İhsan Oktay ANAR’ın Puslu Kıtalar Atlası İsimli Eserinin İncelemesi



İhsan Oktay ANAR



Puslu Kıtalar Atlası

Strigilis
İhsan Oktay ANAR’ın Ege Üniversitesinde verdiği Felsefe Tarihi ve Antik Yunanca Derslerinde bulunmak şansına erişmiş olanlardanım. Yalnızlığı seven, ortalamadan oldukça uzun boylu, iri yarı görünüşüne karşın olağanüstü nazik ve öğrenci görüşme saatleri olarak ilan ettiği saatler dışında kampüste bulunmayı pek de sevmeyen bir adamdı. Dersleri dışında konuştuğunu duymak zordu. Bir gün derse geldi ve şunu sordu: “Arkadaşlar, boş verin dersi. Henüz sabun icat edilmemişken insanlar nasıl temizlenirlerdi biliyor musunuz?” diyerek “strigilis” in kullanılışını anlatmıştı.
Bir başka sefer de takvimin, saatin icadından, zamandan ve tarihten bahsetmiştik. Orijinal karakteri her daim insanı şaşırtmaya hazır detaylarla ve sürprizlerle doluydu. İhsan Hocamın karakteristiklerini romanın derinliklerine sirayet etmiş izlerinden çıkarsamak mümkündür.
Romanın ismiyle başlamalı. Kitabın ismindeki ‘puslu’ sıfatı atlas için mi? yoksa kıtalar için mi? kullanıldığı belirsizdir. Bir diğer deyişle puslu kıtaların atlası mıdır? Yoksa kıtaların puslu atlası mıdır? Kitabın isminin içerdiği belirsizlik aslında kitabın her satırına sinmiş ve çözdükçe düğümlenen, düğümlendikçe giriftleşen pek çok kadim gizemin habercisidir.
Yazar, ilk iş olarak kitabın ismiyle bizi karşılaşacağımız şeye hazırlar ve ilk paragrafta okuru kalbinden yakalar;
“Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki, kun-ı kainattan 7079, İsa Mesih'ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı.”[1]
Bu cümlelerdekiler bir masala başlamadan önce söylenen tekerlemelere veya bir büyü yaparcasına mırıldanan abrakadabravâri sihirli sözcüklere benzer. Okur, daha kitabın ilk satırlarında, bilmediği bir dilde yazılmış bir metne başlar gibidir. Kitap içerisine girmek yerine daima okuyucuyu izleyici pozisyonunda tutacak bir dille yazılmıştır. Elimize sözlük alarak okumaya çalışmak yıldırıcıdır, öyle ki bu güçlüğü aşmakta okurlar tarafından kitaba özel sözlük düzenlenmiştir.[2] Kitaptaki sözcükler arasında bildiklerinize başvurarak, bilmediğiniz kelimelerden örüntülenmiş boşlukları muhayyilenize başvurarak doldurmaya çalışmak okuru büsbütün çaresiz hissettirir. Hikâyeler anlatan anlatıcının sihirli tuzağına tam da burada düşerek yazarın, satır aralarına ustaca gizlediği gerçeği sonsuz bir arayışa düşenler: “Bilgiye olan aşk ve bilmeye duyulan tutkunun oyuncağı.” olmaktan bir aşığın kaybettiği aşkının yeisle peşine düşmesi duygusunu içten içe duyumsamaktan kendilerini alamayacaklardır.
Kitaptaki hikâyelerden çok karakter ve olayların örüntüsü, zamanda ileri ve geri gidiş dönüşleri ile anlatılması anlaşılması güç eserler arasına ekler. “Yazarın romanlarının dokusunda tarih, felsefe, psikoloji, fizik, matematik, coğrafya, teoloji, mitoloji, halk bilim, müzik, resim, sinema gibi çok çeşitli disiplin ve alanların yanı sıra özellikle geleneksel anlatı türlerinin etkisi belirgin bir şekilde hissedilir. Anlatım mitler, destanlar, masallar, efsaneler, menkıbeler, halk hikâyeleri, meddah hikâyeleri, kıssalar, seyahatnameler, mesnevîler, tezkireler, vakayinameler ve kutsal metinlerle o derece iç içe geçmiş ve kaynaşmış durumdadır”[3]
Bir yandan da kitabın ilk katmanını oluşturan birbiri ardınca gelen hikâyelerin, görünürdeki sığ, eğlenceli fakat sathî anlam dünyasında kalarak alt katmanlara inmenizi engelleyecek denli çeşitlilik sunar. Bu tıpkı iştah açıcı ancak midemizi değil ruhumuzu beslemekte işe yarar bir meyve gibidir. Zahirdeki anlam, meyvenin bu tatlı etli sulu ve lezzetli kısmıdır ve eğer bu kısım sizi doyurur da kalanı bir yana atarsanız, kalbindeki sert çekirdeğin altındaki batın, kıymetli ve derin anlamları ıskalayacaksınız demektir.
Helezonik zaman anlayışı ve zaman içinde gelgitlerle anlatılmak istenen hikâyelere bir sahne oluşturmaktan öte anlama sahip değil sanırsanız yanılırsınız. Sizdeki zaman duygusunu bükmek ve zamansızlıkta asılı dururken geçmiş, şimdi ve geleceğin bir ve aynı hakikatin sadece mekana ve harekete göre sadece farklı modusları, aspektlerini sunduğu, hatta değişen insanlara ve kültürlere rağmen aynı kalan şeylerin birbirleriyle nasıl olup da ilişki kurduğunu anlatırken değişimin yanılsama olduğu bir dünyadan “Hakikât aleminden” haber verir. Kullanılan her isim ve anılan her mekân aslında bize bir zihinde çağrışım yaratmak üzere kurulmuş bir tuzaktır; fakat aynı zamanda okurları bir yerlere alıp götüren metaforlara yataklık eder. “Yazarın ustalığı bizi oraya götürmesinden çok götürdüğü yerden geriye getirmesidir.” Sözünü gerçekleştirir. Zamansal öncelik ve sonralık ilişkisinden doğan yatay zaman fiziksel olarak ‘o anda ve hemen öncesinde ve sonrasında ‘burada’lığı zorunlu kılar ve bizi şimdiye, öncenin ve şimdinin şahitliğine mahkûm eder. Bizleri hem şimdinin zincirlerinden hem de “sadece bir hayatı yaşamak” lanetinden azat edecek yegâne iksir rasyonel olandan uzaklaşmak, sezginin güvenilmez puslu sularına yelken açmak dikey olarak tüm insanlık tarihinde yazılı ve anlatılmış olanlar arasında seyahat imkânı sunar. İşte bu puslu evrendeki ‘puslu kıtalar’ın ‘puslu atlası’dır bu kitap. Kitabın asıl başarısı eklektik konusundaki dehasında yatar. Yüzlerce ve binlerce kilometre ötede başlayan ve biten hayatlara ait yollar gizemli bir şekilde bu atlasta kesişirler. Başka başka mekânlarda başlayan hayatlar, ister onlarca, ister yüzlerce ve isterse binlerce yıl önce ve sonra olsun yine de kesişirler. Kesişen hayatlar, kesişen hayatları birbirine bağlayan nesneler, mekânlar ve insanlar aslında size masalın içerisinde olduğunuza ve hatta masalın siz olduğunuzu inandırmak içindir. Hayat, hayallerden bile akla gelmedik yaratıcılıkta bağıntılar kurabildiği gerçeğini yaşatarak ispatlar. Okur, ava giderken avlanmış ve kendi hayal gücünde var edeceğini sandığı dünyanın aslında bir başkasının hayalindeki imgeler olduklarını onlara duyumsatmıştır. Uzun İhsan Efendi, bu alt metinlere ait düşünceyi şöyle dillendirir ve der ki; “Dünya bir masaldır.” Dünyanın masal sizin bir masal kahramanı olduğunuz mekânda gerçek ve hayal bir birine karışmıştır. [4]Mekânı eski İstanbul (Konstantinapolis), tarihi 1681 olarak belirlemesi dahi sadece anlatacağı gerçek üstü şeyler için gerçekçi bir zemin, anlatılanları masal sanmanızı önlemek için konmuş gerçeğin nirengi noktalarından öte değildir. “Anar, hemen hemen tüm romanlarında kurgunun geçtiği zaman dilimi içindeki dili roman diline uygulayarak bir Osmanlı argosu oluşturur. Oluşturulan bu dil, anlatılan dönemin tarihi özelliklerini yansıtmaktan ziyade romandaki gerçeklik algısının belirginleştirilip silinmesi, ironinin baskın hale getirilmesi, tasarlanan anlatıcı değişikliklerinin hissettirilmesi gibi işlevler için yaratılmış stilize bir dildir. Puslu Kıtalar Atlası romanının giriş kısmı bu stilize dilin bir örneğidir. Yazar bu biçimde okuyucusunda anlatacağı metin hakkında bir algı yaratma çabasındadır. Yazar, okuyucusuna okuyacağı kurguyu bazen bir masal gibi, bazen belirtilen tarihte geçmiş gerçek bir olayın rivayeti gibi, bazen de gerçek gibi algılaması hususunda bir ön algı verir”[5]
Yazar, en alt katmandaki derinliklerde yapıyı; okur ve kahraman arasındaki ilişki üzerinden kurgular. Kitapta rüyaları vasıtası ile bir dünya haritası çizmek isteyen kahraman Uzun İhsan Efendi’nin İhsan Oktay Anar’ın kendisi olduğu sıklıkla ima edilir.
"Ne var ki ben, kendimle ilgili bazı meseleleri hâlâ çözebilmiş değilim. Rendekâr düşünüyor olmasından varolduğu sonucuna çıkarıyor. Ben de düşünüyorum, dolayısıyla varım, ama kimim? Galata'da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi İzmir'de oturan mahzun ve şaşkın adam mı? Hangimiz düş ve hangimiz gerçek?”
Bu kurguya göre Uzun İhsan Efendi’nin oğlu Bünyamin adlı roman kişisi de yazarın roman kahramanı olarak kullandığı kurgusal kişiliktir. Romandaki yazarın temsilcisi olan Uzun İhsan romandan çıktığında “sağ el” anlamına gelen Bünyamin kişisinin oyun içerisindeki konumu daha açık bir şekilde anlaşılabilir. Kitaptaki başkişi, hiçbir fazladan yeteneği veya erdemi bulunmayan sade bir insan ve bir anti-kahramandır. Onu kitabın kahramanı yapan yegâne şey her insanda bulunana alelade meraktır. Babasının neden sürekli uyuduğunu, ne yiyip ne içtiğini, nasıl geçimini sağladığını merak eder ve önüne çıkan babasının bıraktığı yönergeleri ve iç sesinin onu yönlendirmelerine göre hareket eder. Metnin içindeki yazar, Uzun ihsan efendinin kimliksizleştirilip meçhule veya gaibe gönderilmesiyle sahneden çekilirken yazar da bir kahraman olmaktan böylece çıkarsa da zihnimize tüm bu kurguyu düşleyenin kendisi olduğunu tohumunu atar.
“Kör ve sağır olmama rağmen seni hem görüyor, hem de duyuyorum oğlum" dedi… aslında seni görüp duymaktan da öte, hem seni, hem de içinde yaşadığın dünyayı düşünüyorum… sizler, hepiniz, içinde yaşadığınız dünya, Konstantiniye, her şey sadece ve sadece benim düşüncemde varsınız…. “her şey ben ve benim düşüncelerimden ibaret olsa da bu dünyada yaşamak zevkli bir şey" diyordu, "sen! oğlum! Sen benim zihnimde bir düş, bir düşüncesin. Bana şu anda dokunuyorsun… Ama ben sana dokunamıyorum. Çünkü düşlere dokunmak mümkün olabilir mi?"[6].
Roman boyunca anlatılanların hangisi “gerçek”, hangisi “düş”, bunların başlangıç ve bitiş sınırları nelerdir? Hiç bilinmez. Hangisi hangisine göre gerçek, hangisine göre düştür? Gerçek düş’e, düş gerçeğe karışır. Romanda kahramanların neredeyse tamamı hayal âlemindelerdir. Romanın arka kapağında yer alan bulmacadaki sembolik ifadelerin arasına sıkıştırılmış “Dünya bir masaldır.” ifadesi hayalin hayatın her yanına yayıldığını göstermektedir. 








Üç Kutsal Kitaba Gönderme:
Kitap katmanlardan oluşur. Her katman derinliğini sezebilecek sezgilere ve birikime sahip olana gizli olarak sunulur. Bizi Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabının mottosu olan cümlenin tezahürü gibidir: “Öyle bir kitaptır ki hem herkese göredir hem hiç kimseye göredir.”[7]  Öte yandan kitaptaki tüm isimler tarihsel karakterlerin harf oyunlarıyla veya doğrudan sunulmuş halleridir. Yani bir diğer deyişle insanlık tarihindeki olayların ve kişilerin yeniden canlandırması yapılacak gibidir.
İncil:
Roman Latince bir Epigrafla başlar. Neden herhangi bir dil değil de Latince? Latince kutsal kitap İncil’in dili olmak bakımından kutsal bir dildir. Bunun nedeni aslında yabancı ve artık çoktan konuşulmayıp ölmüş olan dillerde yeniden bir hakikati seslendirme isteği olabilir.  Kullanılan diğer epigraf ise Eski Ahit’ten alıntıdır. Böylece “gizemli” bir giriş yaparak aslında hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını ima eder.
"tui lucent oculisicut solis radiisicut splendor fulgurislucem donat tenebris"[8]
yani;
gözlerin
güneşin okları gibi parlak
aydınlatıyor karanlıkları
bir şimşek gibi çakmak çakmak
Theatre of Tragedy” isimli Danimarkalı metal grubunu “Venus” şarkısında geçer pagan kültürünün ortaçağlar boyunca nasıl yaşadığını gösteren, Carmina Burana seçkisinden bir bölüm. Böylece Pagan inancına da gönderimde bulunur. Buradaki iki baş harften oluşan kısaltma gizli bir sevgiliye olabilir sanmayın. Çünkü lise aşkı “Özlem” Hanım ile evlendiğini biliyoruz. Gerçek hayattan da tanıdığım için bu konuda en küçük bir meyli olmadığını söyleyerek bu teoriyi çürütmeli.

Tevrat:
Baş kahraman Bünyamin, İbranice’de  ‘Benyamin’dir ve ilk anlamı “Sağ elimin oğlu”, yani gözde oğul anlamına gelir. İkinci anlamıyla Yakup Peygamber'in 12 oğlunun sonuncusu olan Bünyamin'in annesi, Bünyamin'i doğururken ölmüştür. Bu sebeple Yakup Peygamber ona benoni-yarmin ismini vermiştir. Modern İbranice'de ‘Binyamin’ olarak geçer. Benoni "kederimin oğlu" anlamına gelir. 'Yarnim' ise yıl-yıllar anlamına gelir. Bunu bire bir çevirirsek  devam edersek 'kederli yılın oğlu' - 'acı yılın çocuğu' ya da 'acıların çocuğu' gibi anlamlara gelir. Gerçekten de Bünyamin ismi ile müsemma’dır yani isminin kaderini yaşar ve mutluluk nedir bilmez.
Tevrat alıntıları ile birlikte düşünüldüğünde iyilik/kötülük, aydınlık/karanlık çatışması ile ilgi taşıyan bir boyut ortaya çıkar. Romandaki ikinci epigraf Tevrat’tan alınmıştır. Alt alta romanın başlangıcından önce tek bir sayfada verilmiş olan alıntı romanın içeriği ile ilgili bir açıklayıcılık taşır. Tevrat’ın şeytandan bahseden Eyüb ve İşaya bölümlerinden alınan parçalar, “romanın dışında bir açılış sözü gibi görülse de aslında vakanın başlangıcı ya da bir anlamda eserin prolog kısmıdır. Bu alıntı kurgu-gerçek bağlamında okuyucuyu gerçeğe çekmek düşüncesinden de kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda eserin odaklandığı fikirlere de ipucu teşkil eder” (Yeşilyurt, 2007: 1814): 
“Boşluğun üzerine kuzey göklerini yayar Hiçliğin üzerine dünyayı asar.” (Eyüb, 26: 7 )
 Epigrafın kurguya dair verdiği ipucu öncelikle boşluğa dairdir. Romanda boşluğu arayıp onu dünyevi bir enerjiye dönüştürme çabası, Ebrehe’nin şeytanî planıdır. Bu biçimde hem boşluk hem de şeytanilik konusunda kurgu hakkında bir ön algı oluşturma işlevi sağlanmış olur. Romancının roman yazarken var olmayan bir düzlemi yaratarak dünya içinde yeni bir alan açması bir boşluk üzerine bir dünya inşa etme çabası olarak düşünüldüğünde yapılan alıntının eserin kurgulanma biçimi ve İhsan Oktay Anar’ın yazarlık anlayışı ile ilgili de çıkarımlar yapılabilmesi mümkündür. Nitekim Uzun İhsan’ın Bünyamin’e verdiği ve aynı zamanda romanın ismi olan Puslu Kıtalar Atlası’nın roman içinde kullanılan bir diğer adı, boşluk atlasıdır. Bu alıntının hemen altında yine Tevrat’tan alınmış ve şeytanın kibrini ifade eden bir başka alıntı bulunur:
 “Ey parlak yıldız, seherin oğlu, Göklerden nasıl da düştün! Ey ulusları ezip geçen, nasıl da yere yıkıldın! İçinden, "Göklere çıkacağım" dedin, "Tahtımı Tanrı'nın yıldızlarından daha yükseğe koyacağım; İlahların toplandığı dağda, Safon'un doruğunda oturacağım. Bulutların üstüne çıkacak, Kendimi Yüceler Yücesi'yle eşit kılacağım." (Yeşeya 14) 
Bu alıntıda, “boşluğu” bulmaya çalışan Büyük Efendi Ebrehe’nin boşluğu bulup bu sayede dünyanın sırrını çözeceğine inanması ile ilgili bir gönderge vardır. Hatta Ebrehe’nin aradığı şeytan parası boşluktan yaratılmıştır. Boşluk imgesi ustaca kurgu içinde gerçek hayal çatışması ile paralel bir biçimde konumlandırılmıştır.
İslam Dinini doğrudan anarak eleştiriye maruz kalmamak için ondan dolaylı olarak bahseder. Baş karakterlerden Uzun İhsan Efendi’nin ismini araştırırsak: İlk anlamıyla yazar kendi ismini anmaktadır ancak İhsan isminin Ebced hesabına göre karşılığı 120’dir ve 120 nin karşılığı Kur’an’ın Kalbi olan “Yasin Suresi”[9] dir. Uzun İhsan Efendi'nin ölümden kaçarken saklandığı mahallelerin isimleri bir hayli ilginçtir: "Selam, Aden, Meva, Elhalid, Makame, Naim, Heyevan, Firdevs..." Bu mahalle isimleri cennetin pek çok katmanıyla aynı isimleri taşıyor. Dar'us selam, Cennet-i Adn, Cennet'ül me'va, Dar'ul Mukame, Cennet'ün naim, Firdevs cenneti gibi. Uzun İhsan'ın bu mahalleleri gezerek Ölüm'e ya da bizlere ne anlatmak istediği ise tesadüf olamayacak denli özenle seçildiği bellidir.
‘Ebrehe’ Kur’an’da Fil suresinde bahsedilen krallardan biridir. ‘Ebrehe’ Müslümanların Hac ibadetini engellemek için Kabe'yi yıkmak ve Kabe'nin enkazını fillerle Yemen'e taşımak için dört bin fil ile üç yüz bin Habeşli'den oluşan ordusuyla harekete geçmiş olan kişidir. Romanda ise kurduğu gizli haber alma teşkilatı ile kıyamet alametlerini engelleyerek kıyameti engelleme tutkusu olan kişidir. Bu uğurda her tür bilgiye sahip olma ve bu bilgiyle kendinden geçme ve esriklik halinde yaşar.
Karakterlerden ‘Rendekâr’ Rene Descartes’ın okunuşu olan harflerin (Rene Dekart) birleştirilmesinden türetilmiştir. “Yöntem Üzerine Konuşma” eserinin, Rendekar’a atfedilen “Zagon Üzerine Öttürme” adıyla, ince bir alay konusu iken, öte yandan gerçekliğin sorgusunda kullandığı “bir yöntem olarak şüpheciliği” merkezi bir kurgu yöntemi ve öğesi olarak kullanılması Puslu Kıtalar Atlası’nı metinlerarasıcılığın en iyi örneklerinden kılar.
Bünyamin gizemli olaylara kafa yoran ve sonunda işin sırrını, yani romanda yaşanan her şeyin kendi düşleri olduğunu çözen Uzun İhsan Efendi’nin düştüğü zor duruma düşmüştür. Babasının gözlerinin oyulmasına, kulaklarının kesilmesine karşın nasıl kendisini görüp duyabildiğini anlayamayan Bünyamin’in ondan aldığı yanıt kitabın ana temasını oluşturur:
“Kör ve sağır olmama rağmen seni hem görüyor, hem de duyuyorum oğlum” dedi, “Aslında seni görüp duymaktan da öte, hem seni, hem de içinde yaşadığın dünyayı düşünüyorum. (…) Sizler, hepiniz, içinde yaşadığınız dünya, Konstantiniye, her şey, sadece ve sadece benim düşüncemde varsınız. (…) Rendekar yanılıyor: Düşünüyorum, ama sadece ben var değilim. Düşündüğüm için asıl sizler varsınız; sizler ve içinde yaşadığınız dünya.[10]
Böylece kitap yeni bir boyut kazanır. Destanlarda, kutsal kitaplarda alışageldiğimiz olayların yukarıdan izleyen bir kişi tarafından “aktarılır” gibi bir dil kullanılır.
Kutsal kitaplardaki gibi ana kahramanlar erkektir ve ataerkil bir yapıyı işaret eder.
Tek gerçek kadın karakter Bünyamin’in aşık olduğu Aglaya’dır. Bu isim bize Dostoyevski’nin ‘Budala’sından tanıdık gelir. Öte yandan yine onlardaki gibi mesellerle, emsaller gösterilerek ve benzetmelerle hakikati işaret etmek ister. Hakikat peşinde olmak, görünenin ardında bir gerçekliğe işaret aramak da İdealizme özgüdür. Platon, ideal devletine son şeklini verdiği “Yasalar” isimli eserinde ideal toplumunda Tanrısal sözler içeren ve gençlerin aklını karıştıran eserler yerine “yasalar” okunmasını uygun görür. Böylece onun kaleme aldığı eser bir kutsal kitap ve bir peygamber olacaksa Platoncu İhsan Oktay ANAR kutsal kitapların az bilinenlerinden birine de gönderim yapar ve modern zamanların mistik eserlerinden birini kaleme alır.
“Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazan o kerteye varıyordu ki, kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve safâdan, lezzet ve şehvetten bir âlem kurup, keder ve ıstırap, fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlardı.”[11]
İster fildişi kulesinde ister bir mağarada tefekküre dalsın ilham ve sezginin konusu olan hakikate ulaşma arzusu insanın gerçek hayattan kopuşunu zorunlu kılar. Bir dikotominin çözümü İhsan Oktay ANAR için hakikati puslu bir aleme ait gerçeklerden oluşan gerçek dünyada bir yerlere saklamaktır. Kahraman bunun peşine düşerek insanın bilmeye olan ezeli ve ebedi açlığını hatırlatır. Öte yandan bir başka kısım insan ise hayatın unutturuculuğuna sığınarak hakikatten kaçar. Çözüm Puslu Kıtalar Atlasının satır aralarındadır.
Almanca Çevirisi



Çeşitli dilllerde çeviriler
Karakterler diyagramı





[1] Anar, İhsan, Oktay (1995) “Puslu Kıtalar Atlası”, İstanbul, İletişim Yay. Sy.1
[3] Özdemir, Gülseren (2010) Metinlerarasılık Bağlamında İhsan Oktay Anar Romanlarının Geleneksel Anlatı Türleriyle İlişkisi, II. Türk Dünyası Kültür Kongresi, Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, İzmir.
[5] A.g.e. sy.3
[6] Anar İhsan Oktay, Puslu Kıtalar Atlas, sy. 127
[7] Friedrich Nietzsche, “Böyle Buyurdu Zerdüşt”, Çevirmen: A. Turan Oflazoğlu

[8] merak edene https://youtu.be/NOQS--sF9xY
[10] İhsan Oktay ANAR, Puslu Kıtalar Atlası S.127
[11] Age sy.90

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yüzyıllık Yalnızlık Gabriel Garcia Marquez İnceleme

"Şairin Romanı" Murathan MUNGAN'ın kitabı

Murat İnci kimdir