ELIAS CANETTI "Körleşme" Romanının Derinlemesine İncelemesi
En başta söylemeliyim ki okumaktan sıkılacaklar için oldukça uzun 8 videosu da mevcut.[1]
Ayrıca sunumda kullanılan slaytlara da buradan ulaşabilirsiniz.
"Körleşme" çok katmanlı bir eserdir ve yazar tarafından eliptik bir tarzda kurgulanmıştır. Nietzsche den ödünç alınacak sözlerle " Öyle bir kitaptır ki hem herkese göre hem hiç kimseye göredir."
Bu öyle bir kitaptır ki; asla başladığınız kişi olarak bitiremezsiniz. Sizi öyle yerlere götürür ki gittiğiniz yerler size tamamen yabancıdır. Fakat sizi götürdüğü yerde nerede olduğunuzu bilmediğiniz için geriye dönemezsiniz. Canetti öylesine ustalıklı bir yazardır ki; sizi geriye getirdiğinde artık geldiğiniz yerin o eski yer olmadığını hatta gelen kişinin o daha önce oradan ayrılan kişi olmadığını size derinden hissettirir.
Eserini kaleme alırken kendisine öykündüğü yazar James JOYCE ve dünyanın en zor okunan kitabı ünvanına sahip kitabı Ulysses'tir. Dünyanın en zor okunan ikinci kitabını yazarak amacına ulaştığını, hatta Joyce'nin hemen yanıbaşında yatmasıyla da kimselerin bilmediği bir derin hayranlığının varlığını kanıtını da vasiyetine bakarak gözle görmek mümkündür.
Körleşme’nin sergilendiği sahne
Grek,
Helenistik, Ortaçağ ya da Rönesans olsun tüm bu kültürlerde ve aslında Modern
Aydınlanma çağı öncesinde tüm Batı ve Doğu kültürlerinde topluluğu kuran,
düzenleyen, bir arada tutan genel ahlak düzeninin temel aracı hikâyeler
anlatmadır. Her bir kültürün kendine özgü hikâyeleri vardır. Grek ya da Türk,
Hristiyan ya da İslam, tüm bu kültürlerin her biri, artık var olamayan kendine
has birer kahramanlık çağına ve o çağları anlatan anlatılar birikimine
sahiptir. Kültür, kümülatif olarak gelişen ve retrospeksiyon olmaksızın
varlığını sürdürmesi imkansız olan bir doğaya sahiptir. İster kahramanlık
çağlarına ait olsun isterse didaktik amaçla derlenmiş olsun, tüm bu anlatılar
içerisinden çıktıkları toplumun inançlarını, değerlerini, tarihsel
geçmişlerini, kültürlerini ve nihayet tümünün içerisinde eridiği bir hafıza
potasını oluştururlar. Bu potadan çıkmayan hiçbir şey mevcut toplumu anlamakta
ve anlatmakta kifayet etmeyecektir.
Modern
çağın açmazları işte bu meseleleri tümüyle kavrayamamasından doğar gibi
görünür. Modernitenin karakteristikleri olan birey yaratma, özgür irade, değer
yaratma ve kural koyma gibi idealler peşinde koşmadır. Homerik toplumun olduğu
kadar, modern çağa gelene kadar varolan diğer çağların toplumlarının ortak
karakteristiği, temel değerlerin verili olması ve bu verili değerlerin roller,
statüler örüntüsünde iyice tanımlanmış ve belirlenmiş olmalarıdır. Modern
toplumun öncesindeki toplumda yer alan kişilerin birey olmak gibi bir iddiası
yoktur. Greklerin dediği gibi, politik ve toplumsal yapı olan sitenin dışında yaşayabilen
ya Tanrı ya da hayvandır. Modern Ethos, birey konseptini yaratırken hiç
kuşkusuz Tanrı doğa ya da toplum tarafından belirlenmiş insan kaderinin ancak
bunlardan kurtulmak yoluyla kendi eliyle çizebileceği ve değiştirebileceği
inancına sahiptir. Yaşam, Modern kavrayışla çok parçalı bir hal alır. Felsefe
altında toplanan tüm bilgi etkinlikleri bu dönemde bir bir bağımsızlıklarını
ilan ederler. Her bir bilme etkinliği yaşamı bir başka açıdan ele alır ve aynı
varlık hakkında farklı farklı gerçekler olduğu ileri sürülür. Modernite yeni
bir düşünce, yeni bir kavrayış getirirken, yaşamı da gerçekliği de bu
kavrayışına uygun bir hale getirmeye çalışır. Bu son derece zorlu bir
girişimdir. Geleneksel olanı terk etmek hiç de kolay değildir. Modernite bunun
için gerekirse geçmişi bir yana bırakarak “varlığını fark ettiği noktayı” milat
kabul ederek kendisini gerçekleştirmeye girişir. Zaten bütünüyle kurgusal olan
ben, Modernitenin yarattığı bir düştür. Fakat o kadar çok insan aynı düşü
paylaşmıştır ki, bu bir düş olmaktan çıkıp, gerçeğe dönüştürülmüştür. İngiliz
dili bu bahsi geçen durumu mükemmel biçimde gözler önüne seren birçok örneğe
sahiptir. To realise “fark etmek”
anlamı yanı sıra “gerçekleştirmek” anlamına da sahiptir. Modern insan için
gerçek olan fark ettikleri, fark ettikleri ise gerçek olandır. Berkeley, bu
durumu “esse est percipii” diyerek özetler gibidir. Berkeley’in ilgi alanı,
ben’in deneyim alanıdır. Ben’in algıladıklarından öte bir gerçeklik olmadığına
göre varolmak ötekilerce algılanmış olmayı gerektirir.
Aydınlanma
düşüncesi kendi haklılığını tesis etmek için kendisinden önceki düşünceleri
yargılayarak mahkûm etmelidir. Aydınlanma gelişigüzel bir terim değil, son
derece incelikli bir anlama sahip bir terimdir. Ortaçağların karanlığından
Modern çağların aydınlığına, aydınlanmanın fikirleriyle ışıtacağı yolda
ilerlenir. Bu yolda önlerine çıkan kimi meseleler görmezden gelinerek ya da
deyim yerindeyse fark etmekten alıkonularak gerçekleşmeleri engellenir. Işık, Hıristiyanlıktan
çok önce kadim inanışların yarattığı derin bir anlama sahiptir. Karanlık
gözlerimizin ve bizi tehlikelerden koruyacak zihnimizin içine düştüğü
yoksunluktur. Karanlık, ışık yokluğu olarak tanımlanabilir. Onun tanımı bir
negasyona dayanır ve zıddından doğduğu şey ile ezeli bir savaş içindedir. İnsanlar
ışık varsa görür, fark eder, sakınır ve tedbir alır. İlksel dürtülerimizden
yaşamımızı koruma, daima korku ile yan yanadır. Karanlık, bilinmezlik ve türlü
tehlikeler ile bizi korkuya sevk eder. Korku, belki de bize ateşi bulduran
şeydir. Aydınlanma bizi fikirleriyle iknaya çalışır, iknâ edemediği yerde ise
bizi karanlıkla korkutur.

Kitaba İtalyanca traduttore traditore yani "çevirmen ihanet eder" sözüne uygun olarak bambaşka isimler verilmiştir; Almanya'da Die Blendung "Kamaşma", İngiltere'de Ateşe atılarak yakılma cezası "Auto da fe", Amerika'da ve Fransa'da "Babil Kulesi", Japonya'da "Sersemlemek" olarak çevrilmiştir.
Romanın
Almanca adı olan Die Blendung, günlük
dilde “kamaşma”, ama özellikle “ışıktan gözleri kamaşma” anlamında da
kullanılır. Körleşme’nin başkahramanı
Profesör Kien, kör bir dilenciyle karşılaştığında hissettikleri ve
düşündüklerini şöyle ifade eder:
“Kien, günün birinde kör olma tehlikesiyle karşılaşırsa, yaşamına kendi eliyle son vermeye ant içti. Ne zaman gözleri görmeyen birine rastlasa, buz gibi bir korkunun yüreğini kapladığını duyumsardı. Dilsizleri severdi; sağırları, kötürümleri, öteki sakatları önemsemezdi. Körlere gelince; onu adamakıllı tedirgin ederlerdi…İsa’da önce üçüncü yüzyılda yaşamış olan İskenderiye’li kitaplık yöneticisi Eratosthenes’i anımsadı. Bilimin her dalında yetke kabul edilen bu adam, yarım milyonu aşkın elyazısı ruloya bakmakla yükümlüydü. Seksen yaşına geldiğinde, korkunç bir gerçekliğin farkına varmıştı: Gözleri, artık görevlerini gereğince yerine getiremiyordu. Gerçi henüz görme gücünü bütünüyle yitirmemişti ama, artık hiç okuyamıyordu. Onun yerinde başka biri olsa, bütün bütün kör olmayı beklerdi. Eratosthenes’e gelince, kitaplarından ayrılmak zorunda kalışını, yeterince körlük saydı. Arkadaşları ve öğrencileri, yanlarında kalması için yalvardılar. Buna karşılık o, bir bilge kişinin olgunluğuyla gülümsedi, kendi istenciyle yemeden içmeden kesildi ve birkaç gün içinde ölüp gitti. Kitaplığında yalnızca yirmibeşbin cilt bulunan küçücük Kien’de, günü geldiğinde bu büyük adamın izinden gitmekten bir an bile çekinmeyecekti.”[1]
Kendini
bilime adamış ideal bir modern birey olan Kien, aslında üzerine çalıştığı tüm
eserleri ezbere biliyor olmasına karşın, çoğu zaman sadece gözlerini inandırmak
için kitapları açıp bakmaktadır. Peki o halde körlüğe olan korkusu ve nefreti
nereden kaynaklanmaktadır? Kien, kitabın ilerleyen kısımlarında varlığından nefret
ettiği eşi Therese’yi ve onu hatırlatacak tüm her şeyi görmemeye gözlerine
öğretir. Görmezden gelme, karısının yarattığı korku, tiksinti ve nefretin
Kien’i zorunda bıraktığı bir durumdu aslında. Aydınlanmanın ışığı ile gözleri
kamaşmış, gerçek dünyadaki bayağılıkları görmeyi engellemek için kendi
gözlerini kendisinin körleştirmesi söz konusudur. Gülliver’in Seyahatleri’nde gökyüzünde
yüzen bilim adasında en uzak yerleri bile gören dürbünler vardır var olmasına
ama bir türlü çözemedikleri sorunun hemen yanı başlarında sıradan köylülerce
gerçekleştirilmiş olmasını göremezler. Çünkü onların gözleri uzaklara ve daima
“ileri” çevrilidir ve yakındaki olup biteni göremeyecek denli körleşmişlerdir. Swift’in
kendilerini bilime vakfedip yanı başlarında olup bitene karşı ilgisiz olan bu
topluluk ile pozitivizmi ve “ada” benzetmesi ile İngiltere’yi alegorize ettiği
ortaya konursa Canetti’nin körleşme deyişi de anlaşılabilir.
Kien’in
Therese’nin gerçek kimliğiyle karşı karşıya geldiğinde hissettiği duygular, Varoluşçuların
varlıkla karşı karşıya geldiklerinde hissettikleri duyguların kimilerine
benzerdir. Therese tipi, kafasız bir dünyayı temsil eder. Onun sekiz yıl
boyunca sessizce ve tıpkı bir kene gibi sabırla avını bekledikten sonra üzerine
atılması, gerçek kimliğini yıllarca özenle saklaması hayret uyandırıcıdır. Kırk
yaşında, takıntılı ve kompleks sahibi kişiliği ancak gerçek dünyada güç ve para
sahibi olmasıyla ortaya çıkar. İnsanoğlunun tamahkârlığını temsil edecek olan,
kötülüğe meyilli doğasını gözler önüne seren sadece Therese değil, Fischerle ve
kapıcı Benedikt’tir. Fischerle, kamburluğu, çirkinliği ve Yahudiliği nedeniyle
tüm hayatı boyunca durmaksızın itilip kakılmış, aşağılanmıştır. İşte bu
aşağılanmışlıklarının öcünü kurnazlığı ve satranç bilgisi ile almaya
çalışmaktadır. Ancak Benedikt, diğer karakterler arasında en kaba kuvvete
düşkün olan, en fırsatçı ve en acımasızlarıdır. Karısını ve kızını döverek ve
türlü işkenceler ederek ölümlerine sebep olmuştur. Kien’in zayıflığı ve
sessizliği ona tiksintiyle birlikte şiddet uygulama isteği doğurur. Fakat kimi
çıkarları için her defasında bu duygularını bastırır.
Therese
aslında bir simgedir. Dünyasız Bir Kafa olarak Kien, doğu dilleri uzmanı olarak
gerçeklikten o denli uzaklaşmıştır ki, onu sıradan bir insan gibi yaşama dahil
edebilecek tüm etkinlikleri ki buna kadınlarla eğlenmek de dahil, küçültücü ve
boş saymaktadır. Onun uğruna yaşadığı ve yaşanmaya değer bulduğu yegâne
gerçeklik, kitaplar ve çalışmalarıdır. Benzer bir temayla Umberto Eco’nun Gülün Adı[2]
adlı eserinde de karşılaşırız.
Bu
eserde insan zihnine koşut biçimde inşa edilmiş, karmaşık, türlü tehlikeler,
türlü çıkmaz yollar ve labirentlerle gizlenmiş bir manastır kütüphanesi,
romanın çözümlendiği son sahne görevini üstlenmiştir. Kütüphanenin baş
sorumlusu ve bekçisi ise kör bir rahiptir. İnsanlığın doğrular kadar
yanlışlarının da bulunduğunun yazılı kanıtlarını barındıran bu kütüphane, iyiliğin
ve kötülüğün kaynağı kitapları da, ortaçağların tinini taşıyan bekçisi rahibi
de karanlık gökyüzünü son bir kez ışıtarak yakarken küllerini etrafa savurur. Eco,
kitabı yazma amacını şöyle özetler:
“Bir rahip zehirlemek istedim.”[3]
Hazırladığı
ilk metne “Kant’ın Yanışı” adını veren Canetti, sonradan bu ismi körleşme
olarak değiştirir.[4] Canetti,
Kien’i bir kitap kurdu, kendisini tümüyle kitaplara adamış biri olarak tasarlar.
Eco’nun eseri ile Canetti eserini koşut kılan aralarında 50 yıllık bir zaman
farkına karşın benzer finaller tasarlamış olmalarıdır. Nitekim Canetti Eserini
kaleme alış serüvenini şöyle anlatır:
“Başkahramanın kitaplarla olan bağıntısı, kişiliğinden çok daha önemliydi ve kitaplardan oluşması, o sıralarda bu kişinin tek niteliğiydi… sonunda bu kişinin öyküsünü belli bir bağlam içerisinde yazmaya giriştiğinde, ona Brand[5] adını taktım. Bu ad, aynı zamanda sonunu da içeriyordu: Kahramanımın bir yangında ölmesi öngörülmüştü. Ayrıntılar açısından romanın nasıl bir gelişme göstereceğini henüz hiç bilmediğim halde, bir nokta daha başlangıçta kesinlik kazanmıştı: Romanın başkişisi kitaplarıyla birlikte kendi kendisini ateşe verecek ve oluşturduğu bu ateşte kitaplığıyla birlikte yanıp gidecekti.”[6]
Canetti’nin
eseri ile Eco’nun eserini koşut kılan benzer finaller tasarlamış olmaları kadar
ölüme mahkum eden yazarların çağdaş Oryantalistler ya da Batımerkezciler
olmalarıdır. Oryantalizm, başlangıçta değilse bile sonraları Batının doğu
üzerinde hegemonya kurmak için haklı nedenler bulma uğraşısı olarak ve
metinlerarası göndermeler tarzında karakteristiklerini edinmiştir. Doğu daima
batının karşıtı olarak, modernite
karşısında köhne bir geleneksellik, ilericilik ve aydınlık karşısında gericilik
ve karanlık, özgürlük ve bireysellik karşısında Tanrı ya da toplum tarafından
belirlenmişlik ve bu değerlere boyun eğmeyi temsil etmektedir. Kısacası Batının
tüm korkuları ve görmezden gelip gerçekliğini inkar ettiği pek çok pejoratif
anlam yüklü durum Doğuda mevcuttur ve dahası korunmuştur. Eco ve Canetti, bu
temayı belki bilerek ve farkında olarak, belki de bilinçaltının bir dışavurumu
olarak yinelerler. Kien, Eski Doğu
Dilleri uzmanıdır. Yani hem Doğuyu hem de eskiyi temsil etmektedir. Eco’nun
karakteri ise hem eskiye bağlı hem eski el yazmalarının saklandığı bir
kütüphanede baş yetkili hem de Katolisizme sonuna dek bağlı bir rahiptir.
Batının korku, tiksinti ve nefretinin bir araya geldiği kötülük mihrakları
alelade bir ölümle değil de hem kendi hayatlarına kendileri son vererek hem de
ölümlerin en korkuncu olan yanarak yok olurlar. Böylece hem kötülüğe haddi
bildirilmiş hem de iknâ olmayacak bireyler için gözdağı verilmiş olur. Fakat,
karanlıktan bu denli korkan, adeta onu bir korku nesnesi haline getirip her
fırsatta kullananlar, kuşkusuz insanların görmenin de en değerli yetimiz olduğu
biçimindeki inanışlarının oluşmasını da karşı çıkmadılar. Gerçekten de “görmek
inanmaktır” deyişi bir yaşam biçimi haline dönüştüğünde onlara gösterdiğiniz
her şeye inanmalarını da sağlayabilirsiz. Gösterilenler, görülmesi uygun
görülenlerden ibaret olsa da gerçeğin tümüymüş gibi sunulduğunda kitleleri
kontrol etmek kolaylaşacaktır. Her şey hızla değişir, asla alışacak kadar
kalmayıp durmaksızın değişir, ( tıpkı teknolojinin gözler önüne serdiği gibi) daima
unutturan, yeniyi eskiten, eskiyi köhneleştiren ve aratmayan, belirli tarzda yurttaş
modeline uygun bireylerin ortaya çıkmasında yepyeni bir kavrayış da etkili
olmuştur:” Gerçek olan olgusal olandır.” Geri kalanlar ise inanç alanına, özel
alana, kişisel alana aittirler. Olgusallık ise büyük ölçüde görmeye, gözleme ve
ölçüp tartmaya dayalı olduğundan bu alan dışında her türlü bilme etkinliği,
bilim dışı ve boş, değersiz birer çaba olmaktan öteye gitmeyecektir. Felsefeye
kalan işte bu acınılası bakiyedir. İkna, akla dayalı bir etkinliktir ama
“kırmızı nedir?” diye sorduğumuzda, gösterilen kırmızı bir gülün bize
kırmızının ne olduğuna iknâ etmeye yetmeyeceğini de bize felsefe hatırlatır. Bilim
görünüşle yetinir diğer bir deyişle, gördükleriyle yetinen ya da “Gözlerini
kaybedince boş yere ağlayıp sızlanan, ise yalnız filozof olmayandır.”[7]
Modern
felsefeye damgasını vurmuş düşünürlerden Kant ve Max Weber’in felsefeleri
incelenerek Modernitenin karakteristiklerini ve Modern felsefe geleneğine dahil
olan akımları anlamak mümkündür. Özellikle de Varoluşçuluk akımının derin
etkileri gözlenen Elias Canetti’nin baş yapıtı kabul edilen Körleşme’yi okumak ve içerdiği fikirleri
felsefî açıdan yorumlamak için çağının ve çağını hazırlayan düşüncelerin gözden
geçirilmesi gereklidir.
IMMANUEL KANT
Goethe,
Kant’a atıfta bulunarak, yaşam için bir anlamı olması isteniyorsa, herhangi bir
felsefenin benimsenmiş ve yaşama geçirilmiş olmasının zorunlu olması
gerektiğini söyler. Hatta bu, hangi okuldan olursa olsun, filozofun terk
edemeyeceği bir yaşam görevidir. Filozoflar bize kendi yaşama biçiminden
çıkmayan hiçbir şey sunamazlar. Örneğin Kant’ın sert ölçülülüğü, onun doğuştan
eğilimlerine uygun bir felsefeyi gerektirmiştir. Onun yaşamında özellikle
toplumsal ilişkileriyle açık bir karşıtlık oluşturan, yoğun bir şekilde yönünü
belirleyen ve bu yaşamı evrenle dengeye getiren Stoizmini hemen görebiliriz.
Her birey kendi eğilimleri doğrultusunda, birey olarak vazgeçemeyeceği ilkeler
edinme hakkına sahiptir. İşte, tüm felsefenin kökenini burada aramak gerekir;
başka hiçbir yerde değil. Ama ancak gerçek bir kahraman ortaya çıktığında bir
sistem evrenle işini tamamlamayı başarır. Çünkü, insan doğası hakkında öğrenmiş
olduğumuz şey, insanın çoğu yerde bir çelişkiler varlığı olduğudur. Her şeyden
önce bizzat kendimizle uzlaşmış olmalıyız; çünkü biz, dıştan bizi zorlayan,
ortadan da kaldırmayan, tam tersine, pek az ölçüde ve bir dereceye kadar
dengelenmeleri mümkün olan uyumsuzluklar varlığıyız.”[8]
Düşünürün
kişiliği, yaşamı ve öğretisi ile yapıtlarının birbirine nasıl bağlandığı ve
bunların nasıl bir birlik oluşturduğu konusunda düşünürlerin kendilerine ait
biyografiler ya da yazdığı mektuplar, birinci derecede başvuru kaynaklarıdır.
Ancak Kant’ın yaşamı, felsefî biyografisini ortaya koyma gereği bakımından hiç
de belirleyici bir anlama sahip değildir. Kant’ın yapıtları, kişiliği hakkında
bize pek bir şey bildirmemektedir. Ancak bu yapıtların, yazarın iç dünyası ve
yaşamı hakkında sahip olduğumuz en geniş bilgiler bile, kişiliğini yapıtlarına
bakarak tanımak yoluyla elde edebileceğimiz bilgilerin yerini tutamaz.[9]
Kant’ın
gündelik yaşamı üzerine bildiklerimize baktığımızda; müzmin bir bekar olduğu,
son derece dakik ve sıkı bir disiplin içerisinde yaşadığı hoşsohbet olduğu pek
çok kimse tarafından ortak olarak tanımlanagelmiştir. Hatta, her gün yaşadığı
caddeyi bir uçtan diğer uca katederek dönmesi o denli dakik ve rutindir ki,
komşuları o sabah gezintisine çıktığında saatlerini ayarlamaktaydılar.
MAX WEBER
MacIntyre, Erdemden
Sonra adlı eserinde bir filozofun vazgeçilmez olarak kendi döneminin ethos’unu tecessüm ettirdiğini savunur[10].
Hele hele söz konusu durumda sosyolojik bir teori olunca teorilerin formüle
edildikleri toplumsal ve siyasî bağlamların tecessümü oldukları fikri neredeyse
kesinlikle geçerli hale gelir.Weber’in çalışmaları, sosyoloji, tarih, hukuk ve
ekonomi alanlarında önemli açılımlara sahiptir.
Max
Weber, anne ve babası dindar bir ruha sahip, göçe zorlanmış Protestanlardandı. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu [11] adlı
eserinin yazılış amacı: “Almanya’nın geleceğini etkileyen aslî sorun olarak
iktisadî anlamda müreffeh burjuvazinin milletin liderliğini üstlenmeye yeterli
bir siyasal bilinç geliştirmekti.”[12]
Weber, tarihin akışını ve buna bağlı olarak moderniteyi ‘Rasyonelleşme’ kavramı
ile okur ve anlatır. Weber ‘rasyonalizasyon’ kavramını çok kompleks ve
birbirleriyle ilgili üç olgu kümesini kapsamak üzere kullanmaktadır. Nitekim,
pratikler ve kurumlar anlamında aynı toplum ya da farklı toplumlarda olsun
farklı seviyelerde etkilerde bulunur, farklı düzeyde tepkiler yaratır veya
farklı biçimlerde tezahür eder.
Aklın
son aşamasında ‘büyüsünden arındırılmış bir dünya’da bilimin metotlarınca
belirlenmiş doğrular uyarınca eylemeye başlanacaktır. Bu nokta kendisine
ulaşılması arzu edilen nihaî aşama olduğundan artık kendi başına bir gerçeklik
olarak mevcuttur. Ancak vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü söz konusu dünyada bu
akla sahip olanlar yalnızca bilgi aşkına yöneldiklerinden bu akla eşlik edecek
olan şey, iktidar veya iktidarda olan hâmilerdir.
Aklın
amaçlardan ziyade tamamen bireyin özçıkarlarını araştıran bir ‘araç’ olarak
kullanılması Modernitenin temel karakteristiklerindendir. Eylemin ardındaki
temel ilkenin uzun çatışmaların ardından bir kenara atılan ‘İyi’, ama özellikle
aşkın, tanrısal İyi olmasına imkan tanınmayacaktır. O halde olgu-değerin mutlak
ayrılığıyla temellendirilen bireysellik ve otonomi uğruna dinsel olan mahkûm
edilmek istenirken, ahlâkî olan da indirilen ağır darbe sonunda, eylemin
kendisine yöneleceği ilke veya ilkeler de tikel olanla sınırlı kalmak
zorundadır. Weber’in de kendisinden büyük ölçüde beslendiği kaynak olan Kant
olduğundan, Kant’ın ‘Eylemin İlkesi olarak evrensel olanı tayin etme’ çabasına
girişecek ve yine Kant’ın çabalarının sonuçsuzluğunu da paylaşmak zorunda
kalacaktır. Weber’in araçsal akıl kavrayışı, tıpkı diğer modernler gibidir;
yani verili bir amaca ulaşmada en uygun yol, yöntem ve araçları seçmek
bakımından akıl bir araçtan öte bir şey değildir. Araçsal akıl kendisini en çok
piyasa koşullarında gösterir. Asıl ilgisi randıman olan bu akıl biçimi doğal
olarak kapitalist ekonomiyi önvarsayar ve erek olarak görür. Ancak aklın
tekamülüne, ilerlemesine ve kendisini geçekleştirmesine iman eden diğer Alman
Romantikleri’ne benzer biçimde aklın, bireyin önüne geçmesine de göz yummak
zorunda kalır. Çünkü, Weber’in öncelikle
bir Oryantalist olduğu, -Özellikle Çin ve Hindistan üzerine çalışmalar yaptığı
ve örneklerini ve tezinin haklıçıkarımlarını bu toplumlar üzerinden verdiğini
unutmamak gerekir.- irrasyonel, geleneksel toplumlardan kastının Doğu
toplumları, Aklın tecessümünün en üst seviyesindeki toplum biçimi olarak Batı
Avrupa Toplumlarını kast ettiği ve Ulus-Devletçi model olduğu hatırda
tutmalıdır. Onun ‘Akıl Teorisi’nin izleri sürüldüğünde kendi toplumu
dışındakilerin henüz alt bir kültüre sahip oldukları, daha doğrusu henüz bir
kültüre sahip olmadıkları; yanı sıra nihaî sonuca ulaşmada diğer toplumlar gibi
kendi toplumunun da bir araç olduğu ortaya çıkar. Çünkü, aslında kendisini
gerçekleştiren, özsel niteliklerinden biri olmak bakımından insan / insanlar
değil tam da kendisini gerçekleştirme aşamalarından biri olarak Bilimsel
toplumda yaşayan insanlar olduğundan, bizzatî Aklın kendisidir. Dolayısıyla
Weber, evrensellik arayışını ve kendisiyle gerçekleştiği savının tecessümü
olarak da ‘Hukukî Akıl’ı görür. Hukukî Akıl bir yandan Mülkiyet sahipleri ve
Sözleşmeye katılanların haklarının güvence altına alınmasını bir yandan mevcut
kapitalist sistemin korunması ve yaşatılmasını sağlayacak ilke ve kurallarla
görünüşe çıkmış, bürokrasi veya modern birey gibi örüntülülükleri de
kutsamaktadır. Bireye içsel iyiler arasındaki çatışmaları toplumsal iyi ve
‘evrensel iyi’ adına ortadan kaldıracak olan Hukukî Aklın sahip olduğu başat
nitelik olarak tutarlılık , bir üst ve en üst aşama olan ‘Bilimsel Akıl’
aşamasıyla aslında tam olarak ortadan kalkmayacaksa da olgusal dünyadaki
kendisinden kaçılamayacak olgulardan biri olarak devlet veya hukuk biçim
varlığını sürdürecektir.
Luther,
insanın kendisini özgürleştirebilmesi için kendi içine dönerek özgürleşmesi
gerektiğini söylemiş, özgürlüğü dış dünyadan tamamıyla koparak elde edilen
içsel bir değer olarak tanımlamıştı. Böylece toplumsal ve politik yaşam,
kaderci, çileci, apolitik bireylerin oluşturduğu örgütsüz, eylemsiz,
kalabalıkların belirli bir kişi veya
zümre tarafından yönetilmesinden ibaret kalmıştı.
Aslında
Alman kültürü kökenlerini Protestanlıkta bulur. Bu kültürde özgürlüğün,
güzelliğin ve moralitenin üzerinde yükseldiği ve kendisine dayandığı zemin,
bireyin içselliği, nefsidir. Bu anlayış, Alman İdealizmine de damgasını vurmuş,
bu geleneğin temsilcileri bu öznellik anlayışı veya bu öznelcilik anlayışı ile
toplumsal gerçekliği uzlaştırmaya çalışmışlardı. Fakat bu uzlaştırma çabası,
yine onların ortaya koyup geliştirdiği eleştirel rasyonalizm ile çatışmaktaydı.
Sonuçta, eleştirel rasyonalizmin ortaya koyduğu ideal, yani dünyanın politik ve
toplumsal olarak rasyonel biçimde yeniden yapılandırılması, saptırılarak ve
bireyin içselliğinde gömülü kalmaya mahkum, salt öznel ve tinsel karakter
taşıyan bir şeye dönüşmüştür. Hatırlarsak liberal geleneğin başındaki en önemli
isimlerden birisi de adıyla ve açtığı fikir yolu ile asli bir geleneği yaratmış
olan Kant’tır. Kant ise “Pietist”ler[13] olarak bilinen ve 17. yy. Almanya’sında doğarak
Protestan Hristiyan dünyasında yayılmış olan anti-entellektüalist ve aşırı kuralcılık
karşıtı, samimi ve bireysel dindarlığın savunusunu yapan bir mezhebe mensuptu.
ELIAS CANETTI VE KÖRLEŞME
Elias
Canetti, 1905’te henüz Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bulunan Rusçuk’ta
İspanyol Yahudisi (Sefarat) bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Anadili 15. yüzyıl
İspanyolcası olan Canetti, anne ve babasının sayesinde Almanca öğrendi. Onun sonradan öğrendiği ve taşra Almancası olarak entellektüeller arasında kabul görmesini engelleyen diline 1981 yılında Kant ve Nobel ödülü ile itibarı iade edildi. Weber
gibi Kafka gibi o da ne Alman ne Yahudi ne Hristiyan ne de herhangi bir yerin
yerlisidir. Yabancılık ve yalnızlık, ta doğumundan itibaren bu insanları hiçbir
zaman bırakmaz. Seçeceği kahraman bu yüzden Kant gibi bir şehrin yerlisi
olacak, tıpkı onun gibi yaşam alışkanlıklarına, disipline ve ödev bilincine
sahip olacaktır. Başkahramanın yapısı, dış dünyanın zevklerine dudak büken
pietist Kant’ın yaşam tarzına benzerliği kadar, fiziksel görüntüsünün de benzer
olması gibi azla kanaat eden ve Kinik bir çizgidedir.
Canetti,
8 yaşındayken babasının ölümü üzerine Viyana’ya yerleşti. Orta ve lise
öğrenimini Zürih ve Frankfurt’ta tamamladıktan sonra, yükseköğrenim için tekrar
Viyana’ya döndü. Kimya dalında öğrenimini tamamlayarak doktorasını verdikten sonra
tümüyle yazarlığa yöneldi.Bu yönelişiyle ilgili olarak Canetti, şunları söyler:
“Yabancım olmayan kimyanın da, süreçleri ve formülleriyle bu disipline katkıda bulunduğu kanısındayım…Bir zamanlar ruhsuz ve görüş ufkunu daraltıcı saydığım bu çalışmalardan şimdi kesinlikle pişmanlık duymuyorum.”[14]
1928-1935
yılları arasında tamamladığı eserini II. Dünya Savaşı nedeniyle 1936 yılında
bastırmıştır. Kitabı hakkında Frankfurter Zeitung’da şu satırlar yer alır:
“Canetti’nin romanı, James Joyce’un Ulysses ile erişmek istediğinin ötesine geçen bir adımdır...Bu roman, gerçekçi romanın hiçbir zaman başaramadığı bir şeyi, olaylar ile yaşananlar arasındaki değişken sınırla, insanoğlunun kendi elleriyle kurduğu, sonra da kendisine yabancılaşmış, düşman kesilmiş bulduğu dış çevreyi, yepyeni bir biçim içerisinde ve en uçta sayılabilecek araçlarla betimlemeyi başarmaktadır.”[15]
Canetti,
tiyatro oyunları, denemeler, biyografiler ve romanlardan başka toplumbilim
alanında ve edebi yapıtların incelemelerini de kaleme almıştır. Özellikle kendisinden
esinlendiği en önemli kaynaklardan biri olan Franz Kafka’nın Dava ve
Mektuplar’ını incelediği çalışmaları ondan ne denli etkilenmiş olduğunu ortaya
koyan kanıtlar gibidir. Denemelerine ya da makalelerine konu edindiği kişiler
arasında Konfüçyüs’ün de varlığı dikkat çekicidir. “Acımasız Dostla İki Söyleşi”
adlı denemesinde yabancı kültürler olarak tanımladığı Doğu Kültürü hakkında şu
sözleri söyler:
“Avrupalıların değil, bu kültürlerden olanların kaleme aldıkları gezi güncelerinin bulunması, büyük, ama az değerlendirilen bir şanstır. Bunlardan sık sık elime aldığım ve çok ayrıntılı yazılmış ikisinin adını vermek istiyorum: Yedinci yüzyılda Hindistan’ı gezmiş olan Çinli Hacı Hüan Tsang’ın kitabıyla, 25 yıllık bir süre içinde 14. yüzyılın bütün İslam Dünyasını, Hindistan’ı ve büyük bir olasılıkla Çin’i de gezmiş olan Tanca’lı Arap seyyahı İbn-i Batuta’nın kitabı. Ancak Japon Edebiyatında, ince duyarlık bakımından Proust’la yarışabilecek günceler vardır.[16]
Londra
Üniversitesi öğretim üyelerinden ve ünlü edebiyat eleştirmenlerinden biri olan
Prof. J. İsaacs , 1950 yılında verdiği bir konferansta, körleşme hakkında
şunları söyler:
“Canetti, ustalığı ancak Dante ya da Kafka ile ölçülebilecek alegorisine konu olarak, bir bilginin fildişi kulesini seçmiştir; bu fildişi kule, sonunda kaba gücün etkisiyle paramparça olur…Romanın karakterleri, gerçekte en seçme soyutlamalardan oluşmaktadır. Bu soyutlamaların en ustacasını, bilgin karakterini ise, Canetti, kendine kurban seçmiştir. Gerçekliğin çok uzağında yaşayan bilginin, Prof. Kien’in tüm dünyası, kafasının içindedir ama kafasının bir dünyası yoktur. Çökmekte olan bir kültür ortamında bu salt bilim insanı, bilgisizlik, açgözlülük, nefret ve kıskançlık gibi tüm kötü güçlerin saldırısı sonucu paramparça olur. Ama bütün bunlar, bizi duygulandırmaya yeten bir insancıl tutumla anlatılmıştır: Kurbanın yazgısında bizim de suçumuz olduğunu duyumsarız elimizde olmaksızın…”[17]
Uygarlığın yıkılışıyla insanoğlunun
aşağılanması, romanın konusunu oluşturur. Kötülüğün betimlenmesi açısından
Canetti…ancak teolojik anlamda kötünün canlandırılmasının ötesinde,
cehennemin ardında herhangi bir Tanrı’nın varolmadığını da vurgulaması
bakımından eşsizdir.
Körleşme,
Almanya’da edebiyatın, politikanın yükselişi karşısında bir kenara itildiği İkinci
Dünya Savaşının bittiği dönemde yazılmıştır. Gerçek o denli vahşi ve gerçek
dışıdır ki, insanoğlu tüm olup bitenleri görmezden gelmekle ruhunu ve zihnini
korumaya çalışmaktadır. Kafka’nın Değişim’i eline geçtiğinde, son derece mutlu
olan Canetti, kendisinin kurmaya çalıştığı anlatım biçiminin yetkin örneğini
bulduğunu düşünür. Canetti, kitabını kaleme aldığı dönemi ve olayları şöyle
özetler:
“Günün birinde dünyanın artık bundan önceki romanlarda olduğu gibi, başka deyişle tek bir yazarın bakış açısından anlatılamayacağını düşünür; parçalanmış bir dünya vardı artık, ve ancak onu bu parçalanmışlığıyla sergileme yürekliliği gösterildiği taktirde, bu dünyaya ilişkin doğru bir tasarımın verilmesi de söz konusu olabilirdi. Ancak bu, okunduğunda hiçbir şey anlaşılmayan, kaosu andıran bir kitap yazılması gerektiği anlamına gelmiyordu; tam tersine, yapılması gereken, olabilecek en tutarlı biçimde olabildiğince sivri tipler, bu dünyayı oluşturan türden bireyler bulmak ve bu bireyleri farklılıkları içerisinde yan yana sergilemekti. Bunun üzerine, bir İnsanlığın Yanılgıları Komedisi planı hazırladım ve sekiz roman tasarısı yaptım; her bir romanın baş kişisi deliliğin sınırlarına varmıştı ve bunlardan her biri, diline ve en gizli düşüncelerine varana değin, ötekilerin tümünden ayrıydı. Birinin yaşadıkları, ötekilerin yaşamalarına olanak bulunmayan şeylerdi ve bunların asla birbirine karışmaması gerekiyordu. Dünyayı dışarıdan aydınlatabilecek sekiz projektör kurduğumu düşünüyordum…Bu kişiler arasında bağnaz bir dindar, kendini yalnızca uzay planlarına adamış bir teknisyen, bir koleksiyoncu, yalnızca doğruyu bulma tutkusuyla yaşayan biri, tutumluluk nedir bilmeyen bir insan, bir ölüm düşmanı ve nihayet yaşamında kitaplardan başka bir şey bulunmayan biri vardı…1930 sonbaharının başlarında bir değişiklik olmuştu. Kendini yalnızca kitaplara adamış olan bir tip, gözümde ansızın o denli önem kazanmıştı ki, öteki taslakların tümünü bir yana itip, çalışmalarımı yalnızca onun üstünde yoğunlaştırmıştım.”[18]
“Daha önce birkaç kez öğrencilerin oturduğu odalarda kalmıştım; bir değişiklik olsun diye, kentin dışına çıkmak istedim. Eski ağaçlarıyla Lainz hayvanat bahçesini çekici buluyordum. Hayvanat bahçesinin duvarının çok yakınında bulunan bir odaya ait gazete ilanı gözüme çarptı. Odayı görmeye gittim; kapıyı açan kadın, beni ikinci kata çıkardı. Bu katta kiralık odadan başka bir oda yoktu. Odanın manzarasına hayran kalmıştım; bir oyun alanının ötesinde, başpiskoposluğa ait büyük bahçenin ağaçları görünüyordu. Vadinin öte yanında, sırtın karşısında, etrafı duvarlarla çevrili olan Steinhof Akıl Hastanesi vardı…Altı yıl yaşadığım bu odaya Therese’nin kişiliğinden başkaca şeyler de borçluyum. İçinde altı bin akıl hastasının yaşadığı Steinhof’u her gün görmek, benim için itici bir üç oluşturuyordu. Bu odada yaşamasaydım, Körleşme’yi hiçbir zaman yazamazdım, bundan kesinlikle eminim.” [19]
Kitabın
baş kahramanı Kien, bir kitap kurdu olarak tanımlanır. İlk başlarda tıpkı
Kafka’nın eserlerinde olduğu gibi tek bir harfle tanımlanır. Canetti’nin önce “B.”
Harfi verdiği kahraman, daha sonra Brand adını
alır. Brand, kendi yazgısını adında taşımaktadır aslında; çünkü
ismi Almanca’da yangın anlamına gelir. Kafka, bunu yaparken hem cinas sanatını
kullanarak çok anlamlılığı ve derinliği sağlarken, bir yandan da
kahramanlarının herhangi bir kimse ya da hiç kimse olmasını sağlar. Dolayısıyla hepsi birer antikahraman olmaları bakımından okurlardan biri dahi olabilecek denli sıradan bir insandır sadece.
Modernitenin
tam yüreğinde duranı ifşa eden bu sözler, "yersizyurtsuzlaşmış", ötekine olduğu
kadar kendisine de "yabancılaşmış" modern insan konseptine yöneltilmiş en tutarlı
ve haklı eleştiriyi dillendirir. O halde Nietzsche’yi anlayabilmek bir yana bu
kitap aslında tüm moden insanlara yöneltilmiştir.
Canetti,
eserini bitirdikten sonra Kafka’nın yazdığı eserlerle karşılaşır ve sadece yazım
tarzından etkilendiğini şu şekilde söyler:
“Böylece, kendi kendime her şeyi yapma hakkını tanıdığım yılı izleyen yıl, neredeyse çilecilik denilebilecek sert bir sıkı düzenin egemen olduğu bir yıl oldu…Bugün kendi kendime, çalışma biçimimdeki ödünsüzlüğün nereden kaynaklanmış olduğunu sorduğumda, bu kaynağı çok değişik etkilerde buluyorum. Stendhal’ın beni açık ve seçik yazmaya yönelten olduğu kuşkusuzdu. Körleşme’nin bugün “Açlık Ölümü” adını taşıyan sekizinci bölümünü tamamladığım sırada, elime Kafka’nın Değişim’i geçti. Bu yapıtta yazınsal alandaki o nefret ettiğim dağınıklığın tam karşıtını en yetkin düzeyde bulmuştum; aynı yapıtta onca özlemini çektiğim disiplin de karşıma çıkmıştı. Kendi başıma yolunu bulmak istediğim bir şeye, bu kitapta erişilmişti. Örneklerin bu en katıksızı önünde saygıyla eğildim; erişilmez olduğumu biliyordum ama, yine de bana güç vermişti.”[21]
Canetti,
Kafka gibi döneminin tarihsel ve toplumsal gerçekliğinden olduğu kadar ele
aldığı meseleler bakımından da benzerdir. Alışkanlıklarla örülü, bireylerin,
toplumun, tümelin içerisinde eridikleri yaşamları, ansızın bir olayla kesilir
ve dönüşmeye başlar. Gerçek yaşam silinerek kaybolmuştur ve giderek insan
varlığı kendi yarattığı bu dünyada yitmeye başlar. Kafka da suçun kabullenişini
simgeleyen bir rahatlama ve ilk günah motifi mevcuttur. Kahramanların hiç
olmadık bir yer ve zamanda ellerine aldıkları bir elmadan kocaman bir ısırık
almaları ile bu sembolleştirme gerçekleşir. Baş kahraman Kien de rutin
yaşantısını bir cehennem azabına dönüştüren kadını öldürdüğünü düşler. Korku,
tiksinti ve gerçeklikten kaçış o denli yoğundur ki, polislerin sorgulaması
sırasında tüm bunlardan sorumlu kadın yanıbaşında ve yaşıyorken suçunu itiraf
eder. Korkunç gerçekle karşı karşıya kaldığında polislerden kendisini
kurtarmaları için ve karısının ölmüş olduğunu kanıtlamak için onlardan yardım
ister ve hatta onlara yalvarır. Kien, duyduğu mutsuzluk ve yerine getiremediği
ödevlerin verdiği ağır sorumluluk duygusundan ancak suçlarını itiraf etmekle
kurtulabileceğini düşünür. Fakat gerçek, herkesin anlayabileceği kadar açıktır:
Öldürüldüğü düşünülen kadın, karşılarında sapasağlam durmaktadır. O halde
ortada ne bir suç, ne de bu suçun gerektirdiği bir ceza olacaktır. Kien, o güne
dek hakikât peşinde geçirdiği, yaşantım dediği rutinden bir anda koparılmasıyla
tıpkı Kafka’nın Değişim’inde Gregor Samsa’nın böcekleşmesine benzer biçimde
kendisini boşlukta düşer bulur. Kütüphanesinden uzaktadır belki Kien, fakat en
büyük düşmanı dahi onu kafasının içerisinde taşıdığı kitaplıktan ayıramamıştır.
Korkusunun ve nefretinin kaynağından uzaklaşsa da bir türlü eski “gerçek
yaşantısına” dönemez. Kien ve diğer kahramanlar “gerçek” dedikleri ve gerçek
bildikleri şeylerin peşinde yaşantılarını tüketirken, toplumsal bir histeri
nöbetinden, toplumsal bir duyarsızlaştırmadan ve toplumsal bir körleştirme
sürecinden geçmektedirler. Kahramanlardan en normal ve aklı başında karakter
gibi görünen Profesör Kien’in kardeşi Psikiyatr Georges Kien, kendisini şöyle
tanımlar:
“Normal, aslına bakılırsa okuduğu kitaplar, dile getirdiği tümceler, çevresinde bir duvar ören açgözlü kadınlar nedeniyle aslında dünyadan kopmuş sayılırdı... Ve aynı zamanda bir sürü dünyada birden yaşamaktaydı. Parçalanmış kişiliğin parçaları arasında ortak bir yan bulup bu kısımları birbirine ekler, birleştirir ve bunları yaparken bir peygamber, bir havari, bir uşak, bir kul rollerine girerdi.” [22]
Dünyamızda
varolmak farklı olabilmek demekti. Salt pratik amaçlar için yeterli olabilen
ruhu yağ bağlamış yarım bir insan olan Georges Kien, varolabilme yürekliliğini taşımadığından, yüksek
surlar ardında gizlenmiş sekiz yüz hastasıyla birlikte yaşıyordu. Ona göre
kendisi onları değil, hastaları onu tedavi ediyor ve normal kalmasını
sağlıyordu. Deliler hakkında söyledikleri o denli dikkat çekicidir ki, adeta
tüm kitabın ana fikrini özetlediklerinden dolayı, onlara özel bir itinayla
yaklaşmak gerekir:
“İnsanlar, bir kafanın içinde ne denli görkemli bir evrenin saklı olabileceğini kestiremiyorlar. Bu dahi paranoyaklarla karşılaştırıldığımızda ne kadar zavallı aptallar ve dar görüşlü kişiler olarak kalıyoruz. Biz gerçeklerin tutsağıyken, o tutkuların insanı; biz, hep başkalarından alınma, elden düşme deneyimlerle yaşarken, o kendi deneyimlerine dayanıyor. Tıpkı dünyamız gibi, sonsuz bir yalnızlık içerisinde, kendi evreninde dolanıp duruyor. Korkmak hakkına sahip. O, duyularının yarattığı yanılsamalara inanırken, bizler sağlıklı duyularımızla algıladıklarımıza kuşkuyla bakıyoruz. Aramızda bulunan bir avuç inançlı kişi ise, başkalarının binlerce yıl önce onlar için yaşamış oldukları deneyimlere sarılıyor. Bizler düşler, kutsal sözler, sesleri gereksiniyoruz; ve bunları kendi içimizde bulamadığımız zaman, geleneklere başvuruyoruz. Kendi yoksulluğumuz yüzünden, inanan kişiler olup çıkıyoruz.”[23]
1931
Ekiminde, yani bir yıl sonra roman biten romandaki baş kahraman Brand,
çalışmanın akışı sırasında adını değiştirmişti ve şimdi Kant adını taşıyordu. Canetti
bu ismi büyük olasılıkla fikirlerinden etkilendiğini söylediği Alman filozofa dairdir. Onun bu ironiyi ve kinayeyi aşan ve hakaret sınırlarına giren eleştirisi Almanlar tarafından 100 büyük eser arasına alarak itibarını iade etmek için 1981'i beklemesi gerekecek asla çıkışında beklediği sarsıcı etkiyi yaratmayacaktır.
“Ama filozofla aynı adın paylaşılmış olmasından ötürü düşünceliydim ve bu adın sürekli olmayacağını biliyordum. Bu yüzden ilk metne de “Kant’ın Yanışı” gibi geçici bir başlık koymuştum…Dört yıl süreyle romanı yayımlamayı göze alabilecek bir yayımcı bulamayışımı da asla bir gurur sorunu yapmadım. Olumsuz her yanıt, bu kitabın ileride yaşayacağına olan güvenimi güçlendirdi. 1935’te kitabın yayımlanması nihayet kesinleştiğinde, Broch, onda normal olarak hiç rastlanmadık biçimde, Kant adını değiştirmem için direndi. Bunu yapmaya zaten niyetliydim; yayın evresinde yaptım. Kant, artık Kien[24] adını almış, yanılabilirliğinde bir nebze, bu yeni ada da geçmişti.”[25]
Canetti,
1928’lerde eğitimini aldığı fen bilimlerinden apayrı bir konuya merak sarar ve 15
Temmuz 1927’de Viyana’daki işçilerin mahkeme kararını protesto için bir araya
gelerek adalet sarayını ateşe vermeleriyle başlayan olaylara şahit olmasının
etkisiyle, kendisini de içten ve dıştan etkisi altında bulundurduğunu ifade
ettiği ‘kitlenin özniteliklerini’ araştırmaya başlar. Daha sonra kitleyi
tarihte ama tüm uygarlıklar tarihinde arayan Canetti, Çin tarihi ve felsefesine
de merak sarar. Sonraları Yunan felsefesine ilgi duyan kimselerle tanışmasıyla,
iyiden iyiye felsefeyle ilgilenmeye başlar. Bu merakını tatmin için Berlin’e
ziyarette bulunduğunda, Berlin’in renkli ve özgür yaşantısı karşısında kendisini
“şaşkınlığa düşmüş bir püriten” olarak tanımlar. Berlin onun için “delilerden
oluşan bir dünya” olarak gözükürse de bir yandan da kendisini bu şehrin ve
sosyal yaşantısının çekiciliğinden alıkoyamaz. Bu nedenlerden dolayı Berlin’e
yaptığı müteakip ziyaretlerin eserini büyük ölçüde belirlediği söylenebilir.
Hatta, Berlin ziyaretlerinden sonra tuttuğu akıl hastalarının kenti olan
Steinhof’un karşısındaki oda, ona, Berlin’deki uçlarda yaşayan, tutkulu bir
sosyal yaşantıyı hatırlatır. Burada Berlin’dekinin tam karşıtı münzevi yaşantısı
sürerken, eserlerindeki kahramanların pek çoğu için esin kaynağı bu akıl
hastanesi ve onun hatırlattığı Berlin anılarıdır. Dış dünya ile ilişkilerinin
azaldığı bir dönemde artık içinde yaşadığı dünyayı tek bir yazarın elinden çıkmışçasına
tutarlılıkla ve belli bir kalıpla anlamlandırmanın imkansız olduğunu fark eder.
Çünkü, Canetti’ye göre karşısında ve içinde yer aldığı dünya, parçalanmış bir
dünyadır. Modern çağın böldüğü, parçaladığı, başka başka alanlara ve dünyalara
dönüştürdüğü yaşam, kendine özgü kavrayışı ile şizofren bir birey modelini yandan
körüklenirken öte yandan yüksek surların ardında kapatılıp izole edilmektedir. Sözgelimi,
ethik için kaçınılmaz ve olmazsa olmaz bir ilke olan tutarlılık, artık anlam
değişikliğine uğramış ve artık yeni anlamıyla ortadan kalkmıştır. Daha önceleri
mantıksal ya da formel olmayan bir yanlış değilken, artık, fikirler ve yaşam
arasındaki örtüşme ve paralellik ortadan kalkmıştır. Örneğin bir fikri
yargılamak istiyorsak, fikrin sahibi ya da yaratıcısını fikrin iç tutarlılığı
ile bambaşka bir yere koymak gerekir. Buna göre fikri savunanın fikrin tersine
bir davranışa ya da yaşam biçimine sahip olması, fikrin doğruluğuna veya
haklılığına halel getirmez. İnsan hakları savunucusu olan bir adam, özel
hayatında pekala karısını dövüyor olabilir ya da eşitlik, özgürlük ve ifade
serbestisini savunan bir kadın evinde çocuklarına kötü davranıyor olabilir. Ve
bunların hiçbirisi söz konusu kişilerin fikirlerini değersizleştirmemektedir.
Peki ya ahlakî konularda ethik ile ilgili meselelerde ortaya konan ölçüler ve
ölçütler nihai olarak teorik bir zemine sahipse, bizlerin bu fikirlerin
uygulanabilirliği ya da gerçek dünyadaki karşılıklarını görmek yolundaki
taleplerimiz sonuçsuz mu kalacak? Açgözlülüğü, tamahkarlığı her türlü dünyevî
zevki hor gören fakat aynı zamanda semirilmiş dünyevî zevklere ve tutkularına
köle olmuş kinik Diogenes ne kadar inandırıcı olurdu? Ve ne kadar kendisini
bize dinlettirebilirdi? Savaşların, çapulculuğun, vahşetin kol gezdiği çağlarda
ortaya sevgi ve kardeşlik söylemiyle çıkan İsa’yı, Roma ordusunda bir asker
olarak görseydik, söyledikleri bize aynı derecede iknâ edici gelebilir miydi?
Örnekler muhteliftir ve çoğaltılabilir. Fakat başlangıçta da belirtilen
dikotomi, Modernitenin bunalımı olarak günışığına çıkar. Özel alan, inançlar ve
kişisel olan bir yana, kamusal alan, bilim ve impersonel olan taçlandırılmış
olarak onun üzerinde bir yere yerleştirilir. Birinci sırada sayılanlar
değersiz, ikinci sıradakiler ise insanlığın yöneleceği yeni gerçekliklerdir. Bilimler,
aynı dünya hakkında, başka başka açılardan bambaşka dünyalar olduğunu iddia
eder. Diğer bir deyişle gerçeklik, bir önkabul olarak hiç bahsi geçmezken, varlık,
kimi zaman tezat, kimi zaman şaşırtıcı ama her zaman birbirinden farklı
tezahürlere sahiptir. Felsefe, kendisine biçilen rolü gereği bu katastrofik
dünyada yükselen kurtuluş yolundaki yardım çığlıklarına tepkisiz olmalıdır.
Çünkü, ‘kafasız bir dünya’da beyin olmak kadar, ‘kör bir dev’in kötürüm edilmiş
gözleri kadar erdemsiz ve nasılsızdır artık...
Roman ise felsefenin
maruz kaldığı eleştirilerden büyük ölçüde muaf, kurgusal bir dünyada kurgusal
kimlik ve karakterlerle gerçek dünyada apaçık ifade edildiğinde iktidar
sahiplerinin gazabına uğramasını engelleyecek denli masumdur. O bir sanat dalı
olarak insanların beğeni, eğlence, mutluluk, hüzün ve bunun gibi duyguları
adeta cam bir fanus içinde, steril bir ortamda yaşatmaktadır. Örneğin Jonathan Swift
şimdilerde çocuk romanı olarak okutulan ve dört öyküden oluşan Gulliver’in
Seyahatleri’ni kaleme alırken eserini aslen döneminin siyasi ve toplumsal
olaylarını hicvettiği alegori biçiminde ele alır. Tarihte pek az roman ya da
öykü yakılmak, yok edilmek kaderiyle karşılaşmışken düşünürlerin ve fikir
eserlerinin pek çoğu yasaklanmış, yakılmış ya da yok edilmiştir. Analitik
felsefe geleneğinin felsefeye biçtiği rolde bir ayrıntı gözden kaçmamalıdır.
Gerçekliği konu edinen bilim olduğuna göre hakkında söz söyleme hakkına sahip
olan yegane bilgi etkinliği de doğal olarak bilim olacaktır. Felsefe, olsa olsa
bilimin ileri sürdüğü önermelerin ele alınması gibi teorik, gerçekliğe
dokunmayan, fildişi kulesine kendisini hapsetmiş, edilgin bir roldedir. insanın
varlık hakkında konuşma isteğini onun hakkındaki sorularını kendince
yanıtladığı kamusal ve özel alan arasında bir yere yerleşir. Görüyoruz ki,
ortaçağların tüm filozof ve yazarlarının titizlikle riayet ettiği, eserin
basılmadan önce elden ele dolaştırılarak yetkili ve otorite kabul edilen
kimselerin olurunu alma geleneği modern dönemlerde de sürmektedir. Roman,
kimilerine göre iç dünyayı yansıtır. Eğer onların dedikleri gibi öznel olan ve
biricik olan söz konusuysa, bu onaylanma ve kamusal alanda kabul görme isteği
nereden gelmektedir? İşte Modernitenin çözemediği soru budur. Varoluşçu
felsefe, pozitivizmin ve empirizmin vardığı sensualizm limanından hareket eden
felsefe gemisini nihilizm ve solipsizm kayalıklarına bindirmeden kurtarmak ister.
Daha doğrusu, nihilizmin ve solipsizmin kayalıklarına vuran gemiyi yeniden
yüzdürmek ister. Bulantı, bunaltı, yapayalnızlık, ifade edilemezlik, yabancılık,
dış dünya ile iç dünyanın kopukluğu, varoluşçu felsefenin etkisinde kalmış
yazarların ele aldığı ana temalardır. Evren hakkında bilgi sahibi olmaya
başlayan insan, onun hiç de düzenli, anlamlı, kurallı ve nihayet mükemmel
olmadığını keşfeder. Kierkegaard, evrenin sonsuzluğu karşısında hissettiği
boşluk ve hiçlik duygusuyla ürperdiğini söyler. Varoluş, bütünsel olarak
anlamsızdır. Bu anlamsızlık, şeylerin salt varolmalarından ibarettir. Şeyler,
oldukları gibi olmalarının hiçbir yeter sebebine sahip olmadıklarından
olumsaldırlar ve hatta düpedüz saçmadırlar. Eğer varoluştan hareketle anlam
çıkarmaya çalışırsak, zorunlu olarak yanlışa düşeriz. Çünkü hiçbir zaman
varolmamış bir tutarlılığı aramakla zaman kaybetmekten başka hiçbirşey yapmış
olmayız. İnsan varoluşu, diğer varoluşlardan farklı değildir. Ayrıca
sanıldığının aksine varoluş, özden önce geldiği için, insan varoluşu da insan
özünden önce gelir. Tanrısızlık bu noktada bir kader olmaktan ziyade, bir
zorunluluk haline gelir. Tanrı nosyonu, kendisiyle çelişiktir, çünkü kendinde
varlığın ve kendisi için varlığın bir arada bulunması imkansız bir harmanıdır.
Tanrı, seçimler yapan ve kararlar veren olarak “kendisi için” varolmak
zorundadır; tam ve kendine yeter biri olarak Tanrı, “kendinde varolmak”
zorundadır.[26] Ve insan varoluşunun gerçekliği anlamsız, süreksiz
ve tutarsız olmak ise, o halde herhangi bir tutarlı hayat ya da eylem tarzı
zorunlu olarak bir çarpıtmadır. Eğer bu gerçeklikle karşı karşıya geldiğimizde
zorunlu olarak kaygıya ve bulantıya kapılacaksak, çarpıtma ve geri çekilme,
insan hayatının merkezi ve karakteristik bir niteliği haline gelecektir.
“Katı
olan her şeyin buharlaştığı, kutsal olan her şeyin değersizleştiği” bir dünyada
varlığına sığınılabilecek hiçbir değer, dinî, felsefî inanç yoktur. Modern
insan, parçalanmış bir dünyada parçalanmış bir hayatı yaşarken, bir yandan
kişiliğinin bütünlüklü olması, öte yandan mükemmel bir şizofren olması gerekir.
Şizofreninin ilk aşaması olan Basit şizofrenide, gerçekliğe ilgi azalır ve kişi
iç dünyasına kapanarak kurguladığı dünyada yaşamaya başlar. Kimi zaman gerçek
dünyaya dönüp hiçbir şey olmamışçasına ve diğer insanlardan ayırt edilmeksizin
yaşama katıldığı görülür. Ancak gerçekliğin anlamsızlığı, mantıksızlığı ve tüm
insanî çabaya karşın değiştirilemezliğiyle yüz yüze geldiğinde sınırlılığını
kavrayan şizoid, ansızın gerçek dünyayı değiştirmek yerine gerçek dünyayı
algılayışını değiştirmenin etkili olduğunu fark eder. Özellikle Alman felsefe
geleneğinde Kant ile başlayan dönemde gerçekliğin “kendindeliğinden” ve “bilinmeye
karşı ve değiştirilmeye karşı direncinden ya da duyarsızlığından”, “birey
tarafından kurgulanması ve hakkında tasarrufta bulunmasından” bahsedilmeye
başlanır. Yine Kant ile başlayan felsefe geleneğinde mantıklı ve makul evren
modelinden, kaotik ve bilinmezlerle dolu evren modeline geçilir. Profesör Kien,
şizofreninin ilk aşamalarını yaşarken ansızın hayatına giriveren akıl almaz ve
sıra dışı durumlar karşısında hiçbir etkide bulunamadığını fark ettiği anda
katatonik şizofreni hastasının belirtilerini göstermeye başlar. Öylece donup
kalır, duygusuzca gözlerini tek bir noktaya dikip gerçekliğe tümüyle
duyarsızlaşır ve hatta onu yadsır, yemeden içmeden kesilir. Artık o,
Canetti’nin sözcükleriyle “Dünyasız Bir Kafa”dır.
“Kien her sabah saat yedi ile sekiz arasında yaptığı günlük gezintisi sırasında önünden geçtiği bütün kitapçıların vitrinlerine şöyle bir göz atmayı alışkanlık edinmişti.”[27]
Bu
geçen satırlar bize Kant’ın sahip olduğu alışkanlıkları hatırlatır. Fakat
dahası da vardır. Wassiaski’nin belirttiği gibi Kant, “zayıf bacakları üzerinde
çoğu kez sendeleyen, ama güçlü ruhuyla asla sarsılmayan adam”dı ve öyle kaldı.
Saygı duygusu, onun içinde, en zengin ve saf haliyle gelişmiştir. Bireylerle
olan ilişkisini o, ahlaksal kişinin özgürlüğü ve bu kişinin kendi kendisini
belirleme hakkı önünde duyduğu genel saygı ile yürütür. Ve tüm insanî
ilişkilerine işte bu duygu hakimdir. [28] Kant’ın yaşamında bükülmez bir irade sertliği ve gücü ile bu yaşamı bir
idenin belirleyiciliği görülür. Felsefesinin kuruluşunda en yüksek ölçüde
olumlu ve yaratıcı yön olarak kendini gösteren bu irade, aynı oranda özel
yaşantısını da sınırlamış ve sıkı sıkıya bedensel ve ahlakî bir perhiz
yaşamıştır.
“Her türlü subjektif duygu, her türlü bedensel güdü ve eğilimler, onda, yalnızca ve daima Akıl’ın ve Ödev buyruğunun egemenliği altına sokulmaları gereken materyaller olmuşlardır. Kant’ın yaşamı ve öğretisi, parçalardan, yaşam öğretisinden ayrı ayrı hareketle değil, Kant’ın varoluş bütünlüğünden hareketle kavranabilir. Onun yaşamının ve yapıtlarının temelinde ilksel ve kökensel olarak böyle bir bütünlük vardır.[29]”
“Kant’ın yaşamının hedefi “mutluluk” olmamıştır; tersine bu yaşam, daima düşüncede özerklik ve iradede bağımsızlığa yönelik olmuştur. Bu haliyle bu disiplin, pietizmden başka bir şey değildir.”[30]
Profesör
Kien, uzun boylu, zayıf, 40 yaşında bir adam olarak tanıtılır. Çok çalışmayla
ve sert bir sıkı düzen içinde geçen yaşamı boyunca, yüreğinde yerleşmesine izin
verdiği tek tutku olan kitap tutkusu idi. O da tıpkı Kant gibi yaşamı boyunca
kadınlara karşı hiç ilgi göstermemişti.
“Tam sekizde çalışmaya, hakikât uğrundaki hizmetlerini yerine getirmeye başlardı. Bilim ve hakikât, eşanlamlı kavramlardı onun düşüncesinde. Kişi, öteki insanlardan uzaklaştığı oranda hakikate yaklaşırdı. Günlük yaşam, yalanlardan kurulu yüzeysel bir düzendi. Yanından geçenlerin her biri yalnızca bir yalancıydı.”[31]
O
da tıpkı Kant gibi yaşam kirinden uzak durmakta, tek tutkusu olan “tüm yaşamı
boyunca; gerçekte ne ise, o olarak kalmaya” çalışmaktaydı. Bildiği doğu
dillerinin sayısı bir düzineyi aşıyordu. Birkaç batı dilini ana dili gibi
öğrenmesi içinse çaba harcamasına bile gerek olmamıştı. [32]
İçiçe
dört geniş ve yüksek tavanlı odadan oluşan kitaplığı, bütün duvarlar boyunca ve
tavana dek uzanıyordu. Pencereleri kapatmış, bunun yerine tavandan pencereler
açtırmıştı. Böylece, şeytana uyup caddede olup bitenlere bakmak gibi zaman
kaybına yol açabilecek davranışlara da imkân kalmıyordu. Bu odalardan birinde,
kocaman ve eski bir yazı masasıyla biri bu masanın arkasına, biri de karşısına
rastlayan köşede duran iki sandalyeden ve bir de daracık divandan ibaret
eşyaları onun yaşamını özetliyordu. Dış dünyaya yer olmayan, çalışması için
zaruri olan bir masa ve sandalye ile uyumak için gerekli bir divandan ibaret
hakikate adanmış bir yaşamın kanıtları olan kitaplar… 

Felsefi katmanlarda alegori tarzında yazım yöntemiyle modernite eleştirisi, İçinde bulunulan dönem (Nazizm) eleştirisi, Dinler eleştirisi bulunur.
Elias Canetti nin kitabı modern zamanların Tragedyasıdır.
Fakat klasik olan her şeyin acımasızca yerden yere vurulduğu bir tragedya.
Kahramanımız Kien Hristiyanlığın yasakladığı 7 ölümcül günahtan hepsini görebiliriz. (Kibir, şehvet, oburluk, açgözlülük, tembellik, öfke ve kıskançlık)
Tragedyadaki gibi güçlü ve insanı sarsan duyguların “ötekinin” başından geçerek izleyenleri arındırması işlevine dayalıdır. Burada olay örüntüsü bizi geleneklerin ve Tanrıların buyruklarına yazgısına uyarak karşı gelen kişiyle kendimizi özdeşleştirmemizi ve son perdede Tanrılar ve günahkâr kulunu "deus ex machina" arabuluculuğu ile bağışlamasıyla sonuçlanır.
Tüm tragedyalarda tekil bireyler veya onların şurada burada beden bulmuş naçiz ve zavallı tekil kişileri değil bu kişilerin taşıdıkları tümel olan karakterleridir. Onlar tıpkı bizler gibi ölümlü birer canlı değildir. Taşıdıkları tümel; bütün insanlık tarihi boyunca insanoğlunu stimüle eden lokomotif duygularla dolu olmalarıdır. Onlar Hâbil ile Kâbilden beri anlatılan ama sıkılmadan dinlenilen ve hiç değişmeden kalan, zaman zaman yıkıcı ve şiddetli duyguların savaş alanıdırlar. Bizler duyguların kuklacı olduğu bir dünyada hareket eden kuklalarız sadece ve görünmez iplerle onların parmaklarına ve birbirimizin gönüllerine bağlıyız.
Hayat kırılgandır ve onu yaşayan her insana biçtiği bir yazgı vardır:
“Acıdan başka hiçbir şey bedelsiz değildir.”
KAYNAKÇA
1.
Anthony
Giddens, Max Weber Düşüncesinde Siyaset
ve Sosyoloji, Çeviren: Ahmet Çiğdem, Vadi Yay., Ankara, Eylül 1999, 3.
Basım
2.
[1] Aristoteles, Retorik, Çeviren: Mehmet H. Doğan,
Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Eylül 2000, Dördüncü Baskı, s.33-1354 a15
3.
Canetti, Elias,
Körleşme, Çeviren: Ahmet Cemal, Payel
Yayınları, İstanbul, Temmuz 1993, 3. Basım
4.
Cassirer, Ernst
Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çeviren:Doğan Özlem, Ege Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları no:43, İzmir 1988, Birinci Baskı.
5.
Canetti, Elias,
Sözcüklerin Bilinci, “İlk Kitap: Körleşme”, Payel Yayınevi, İstanbul, Şubat
1984, Birinci Basım
6.
Eco, Umberto, Gülün Adı, Çeviren: Şadan Karadeniz, Can
Yayınları, İsatnbul, Ocak 1991, 5. Baskı.
7.
Hünler, Solmaz,
Zelyüt, Dr. İki adalet Arasında: Rawls ve MacIntyre,Vadi Yayınları, Ankara,
Ekim 1997, 1. Basım.
8.
Langenscheidts Taschenwörterbuch, Türkish, Steuerwald, Karl, Prof. Dr., İnkılap Kitabevi, Ankara, 1987, 5. Baskı.
9.
Le Goff,
Jacques, Ortaçağda Entelektüeller,
Çeviren: Memet Ali Kılıçbay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, Haziran 1994, 1.
Baskı.
10.
MacIntyre,
Alasdair, Varouşçuluk, Türkçesi:
Hakkı Hünler, Paradigma Yayınları, İstanbul, Eylül 2001, Birinci Baskı.
11.
Nietzsche
Friedrich, Böyle Buyurdu Zerdüşt,
Türkçesi: A. Turan Oflazoğlu, Cem Yayınevi, İstanbul, Ekim 1995.
12.
Özlem, Doğan,
“Hermeneutik ve Şiir Sanatı”, Cogito,
Sayı:38, Kış 2004, Şiir Sayısı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.117-150.
13.
Platon, Timaios, Çeviren: Erol Güney, Lütfi Ay,
Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları: 1133, İstanbul, 1997, Üçüncü Baskı.
14.
Riceour, Paul,
“Edebi Eleştiri ve Felsefî Hermeneutiğin Bir Problemi Olarak ‘Yazmak’ ”, Doğu Batı Düşünce Dergisi Edebiyat
Üstüne Sayı 22, Şubat 2003, Doğu Batı Yayınları, Ankara, s. 177-195.
15.
Timuçin, Afşar,
“Felsefesiz edebiyat edebiyatsız felsefe olur mu ya da olmalı mı?”, Felsefelogos, 2002, Edebiyat Felsefesi
sayısı 1-2, Yıl 5, Sayı 12, Bulut Yayınevi, İstanbul, s.9-15.
16.
Weber, Max, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, çev:Zeynep
Gürata, Ayraç Yayınları, Ankara, 1999
[1] A.g.y. s. 40
[2]
Eco, Umberto, Gülün Adı, Çeviren: Şadan Karadeniz, Can Yayınları, İstanbul, Ocak
1991, 5. Baskı
[3]
Eco, Umberto, Gülün Adı, Çeviren: Şadan Karadeniz, Can Yayınları, İstanbul, Ocak
1991, 30. Baskı,s. 697
[4] Canetti, Elias, Sözcüklerin Bilinci, “İlk Kitap: Körleşme”, Payel Yayınevi, İstanbul,
Şubat 1984, Birinci Basım, s. 167.
[5] Almanca’daki karşılığı yangın anlamına gelmektedir.
[6] A.g.y. s.167.
[7] Platon, Timaios,
Çeviren: Erol Güney, Lütfi Ay, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları: 1133,
İstanbul, 1997, Üçüncü Baskı, s.59 (48
b).
[8] Cassirer, Ernst, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çeviren: Doğan Özlem, Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yayınları No:43, İzmir 1988, Birinci Baskı, Giriş, s 1.
[9] A.g.y. s 4
[10] Dr. Solmaz Zelyüt Hünler, Rawls ve MacIntyre, İki Adalet Arasında s. 110
[11] Weber, Max, Protestan
Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, çev:Zeynep Gürata, Ayraç Yayınları, Ankara,
1999
[12] Anthony Giddens, Max Weber Düşüncesinde Siyaset ve Sosyoloji, Çeviren: Ahmet Çiğdem,
Vadi Yay., Ankara, Eylül 1999, 3. Basım, Sy.7-13
[13]Pietisme, Webster’s
Third New International Dictionary,
s.
1713
[14] Elias Canetti, Sözcüklerin
Bilinci, Çeviren: Ahmet Cemal, Payel Yayınevi, İstanbul, Şubat 1984,
Birinci Basım, s.175.
[15] Canetti, Elias, Körleşme,
Ahmet Cemal, “Elias Canetti ve Körleşme
Üzerine”, s.8.
[16]Elias Canetti, Sözcüklerin
Bilinci, Çeviren: Ahmet Cemal, “Acımasız Dostla İki Söyleşi”, Payel
Yayınevi, İstanbul, Şubat 1984, Birinci Basım, s.76.
[17] A.g.y. s 11.
“Elias Canetti ve Körleşme Üzerine”
[18] A.g.y.
s.175-176
[19] A.g.y. s.170
[20] Nietzsche Friedrich, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Türkçesi: A. Turan Oflazoğlu, Cem Yayınevi,
İstanbul, Ekim 1995.
[21] A.g.y. s.177
[22] Canetti, Elias, Körleşme,
Ahmet Cemal, s. 447.
[23] A.g.y. s.454
[24] Bu ismin Almanca karşılığı, “çıra”dır.
[25] Elias Canetti, Sözcüklerin
Bilinci, s. 178
[26] MacIntyre, Alasdair, Varouşçuluk, Türkçesi: Hakkı Hünler, Paradigma Yayınları, İstanbul,
Eylül 2001, Birinci Baskı, s.39
[27] Canetti, Elias, Körleşme,
s.27
[28] Cassirer, Ernst Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi,
Çeviren:Doğan Özlem, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları no:43, İzmir
1988, Birinci Baskı, s.280-290.
[29] A.g.y. s.5
[30] A.g.y. s.9
[31] A.g.y. s.32.
[32] A.g.y. s.35.
Harika Murat bey emeğinize saglik
YanıtlaSilYorumunuz için sağolun varolun değerli hocam
Sil