"Şairin Romanı" Murathan MUNGAN'ın kitabı

 

Şairin Romanı / Murathan MUNGAN

30.01.2023

Murat İNCİ

İşte sırrım, çok basit. En iyi yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni görmez.(Küçük Prens)

Giriş:

Nasıl ki toprağın altında gömülü ve gizli madenleri keşfedip çıkartana madenci diyorsak, aynı şeyi dilde sözcüklerle yapana şair demeli ve insan ruhunun derinliklerindeki duyguları ve yeni anlamları ortaya çıkartmak olsa gerek bizdeki etkisi. Ama en zoru bunu şiirin ritminden ve kelimelerin seslerinin harmonisinden azade düz yazı formunda uyaksız, vezinsiz yapmak.

Mungan için;

“Edebiyat bir yalnızlık oyuncağıdır. Çocukken oyun severiz, yaş aldıkça oyunlarımızın kurgusu değişir, ama yine de severiz. Ne yaparsak yapalım, biz oyun oynayan çocuklarız.”[1]

Kitap, bizi kapağıyla gizem dolu bir masal dünyasıyla karşılaşabileceğimiz hakkında bilgi verir. Alice Harikalar Diyarında’nın tavşan deliği kitabın kapağıdır. Şairin Romanı’nın Hakkı Mısırlıoğlu’na ait Kapak ve Grafik Tasarımı bölüm aralarında kullandığı kapaklar anlatılmaya değerdir. Hakkı Mısırlıoğlu Nobel alan Orhan Pamuk’un pek çok romanına kapak tasarımı yapmış ancak Murathan Mungan’ın kapak tasarımı için kendisini özellikle bularak ricası üzerine bu kapağın tasarımını yaptığına dair söylentiler mevcut.

İlk dikkat çeken gölgeli açık kahverengi zemindeki tek renk ve psikologların ruhsal durum tanı tespitinde kullandıkları Rorschach (mürekkep lekesi ) testi görüntüsünde olması. Hem kapağa hem de yedi ayrı bölüme geçişte farklı tek renklerde tasarlanan Rorschach mürekkep testi de bunu kuvvetlendirir yönde. Lakin dikkatli gözler fark edeceklerdir ki, Rorschach mürekkep testlerin resimlerindeki alt ve üst parçalar tam olarak birbirleri ile eşleşmiyorlar. Kapaktaki illüstrasyonu dikkatlice incelediğimizde gizli işaretler bizi bekleyen gizemleri işaret eder gibidir.

 

            Rorschach Mürekkep Testi                    Bir memeli beynindeki sinaptik bağlantı haritası[2]

Bir başka okumayla; kapakta gördüğümüz şey 30 yıllık beyinle ilgili araştırmaların sonucu ortaya konmuş ilk memelilere ait detaylı beyin sinaptik haritasına benzerliği tesadüf olabilir mi? Yeryüzündeki en kompleks şeyin uğruna çalıştığı şeylerle alay etmek için midir yoksa? Yahut Mungan da bizi tıpkı Elias CANETTİ’nin Körleşme eserindeki gibi insan beyninin projeksiyonu olarak hayatın dolambaçlı yolları ve sonsuz kıvrımları arasında bizi kaybetmek mi ister?

  

Kapağın tam ortada bir Baobab ağacı vardır. Baobab, Afrika ve Asya'nın tropikal bölgelerinde yetişen, yapraklarını döken ağaç türlerinin ortak adıdır ve 2.500-3.000 yıl yaşarlar. Heybetli gövdesi üzerinde, kök gibi cılız dalların uzandığı, sanki tepetaklakmış gibi görünen Baobabların, Afrika'da bu ağacın hayatın kökü olduğuna, ilk insanın doğuşunu gördüğüne inanır. Bu nedenle bir diğer ismi de ‘hayat ağacı’dır. Yerliler baobab'a 'şeytan ağacı' derler. Şeytanın bir zamanlar bu ağacın dallarına takıldığını, sonra cezalandırmak için onu baş aşağı ettiğini söylerler.

Yerlilere göre, şimdi dallar olan kısım aslında köklerdir. Bir daha baobab yetişmesin diye şeytan, tüm genç fideleri imha etmiştir. Yerliler bu yüzden dünyada yalnızca yetişkin baobab ağaçlarının kaldığını söylerler." Baobab ağacının Küçük Prens hikâyelerinde bahsinin geçtiğini görürüz. Hikâyede baobab ağacının tohumlarını şöyle anlatmaya başlıyor: “Toprağın kuytularında gizlenmiş dururlarken arada birkaçının uyanacağı tutarmış. Bu tohum başlangıçta biraz çekingenlik gösterse de kendi halinde güneşe doğru uzamaya başlarmış. Eğer bu bitki yalnızca bir turp ya da bir gül goncası olsa büyümesinde hiçbir sakınca yokmuş. Ama öyle, kötü bitkilerdense hemen ortadan kaldırılmalıymış. Şu sıralarda küçük prensin gezegeninde çok korkunç bir bitkinin tohumları sarmış ortalığı. Baobab tohumlarıymış bunlar. Toprağın içi bunlarla doluymuş. Fark etmekte biraz geciktiniz mi, iş işten geçer, bir daha onlardan kurtuluş olmazmış. Bütün gezegeni sararlar, kökleriyle de içten içe sıkıca kavrarlarmış. Eğer bir de gezegen küçücük, baobab tohumları da çok sayıdaysa işte o zaman parçalanıverirmiş gezegencik…” Hikayenin devamında Küçük Prens gezegeni baobaplardan nasıl koruduğunu "Bu bir çeşit disiplin," diye açıklar anlatıcıya ve devam eder: "Sabah uyandığınızda nasıl yüzünüzü yıkayıp temizliğinizi yapıyorsanız, gezegene de aynı şeyleri yapmalısınız; hem de daha büyük bir özenle. Bütün baobapları hemen sökmelisiniz, yoksa bir süre sonra iyice gül fidelerine benzerler. İşte o zaman hangisinin gül hangisinin baobab olduğunu anlamak da güçleşir.” Saint Exupery burada metaforik olarak baobab ağaçlarını, aslında insanın “doğasındaki” hoş olmayan özelliklerle özdeşleştiriyor.[3] Eğer onları fark edip erkenden söküp atmazsak, köklenip derinleşerek bütün kişiliğimizi ele geçireceğini anlatmaya çalışıyor. İşte tam da kitabın kalbinde ter alan düşünce buradan hareketle tanımlanabilir:

İnsan türünün doğası ister altın çağda, ister kahramanlık çağlarında isterse mitolojik çağlarda ve hatta en güzel hayallerin kurduğu masal ülkesinde dahi serbest kalan insan türü, kendisinin geldiğine inanılan toprağın en karanlıklarında kötülüklerin tohumlarını taşır. İster Habil ile Kabil, ister Akhilleus olsun isimlerin, çağların, hatta dillerin değişirken insana özgü öfke, kıskançlık, şiddet gibi karanlık yanımıza ait duyguların insanlık tarihi boyunca gelişen ve değişen her şeye tezat hiç değişmeden kaldığına tanıklık ederler.

Baharı simgeleyen üst kısmın tersine altta sonbahar hüküm sürüyor. Genç bir kadın siluetine hayata meydan okuyan bir gençliği anımsatan bir siluet ömrümüzün baharındaki tutumumuzu sergilercesine boy gösterir.

Genç bir pars, henüz hayatta kalmak için yeteri kadar cana kıymamışken zayıftır ama sonra altta iri ve yırtıcı bir hale gelmiş yaşamak için öldürmeyi alışkanlık edindikten sonra Zeheyra gibi avına susamış bir parsa dönüşmüştür.[4]

Dalgalarla boğuşan bir gemi doğru rüzgârı yakalayamadığı veya hangi rüzgâra ihtiyacı olduğunu bilmediğinden yelkenleri kapalı bekliyor ve ömrün sonbaharında rüzgârla şişirilmiş yelkenlere durgun bir su eşlik ediyor. Deniz duyguları, rüzgâr ise amaçlara giden yoldaki amaçları sembolize eder gibidir.



Her iki tarafta aynı olan yegâne şey kitabın kalbindeki fikir olan bir anahtarla simgelenen gizem. Ya da gençlikte başlarsa ve yaş aldıkça daha da derinleşen gizem avcılığı başa beladır. Çünkü her bulduğunuz sizi yeni başka gizemlere açılan kapıdan başka bir şey olmadığını kavradığınızda içinde kaybolduğumuz zihnin kıvrımlarındaki labirentlerden farksızdır. Ansızın, bunun bir oyun olduğunu fark ederiz belki, belki de hakikate giden yoldaki zihnin bin bir aldatmacasından başka da bir şey değildir.

Mungan, Tıpkı George Perec’in bir kitap boyunca e harfini kullanmadığı gibi, dilimizde çok kullandığımız bir sözcüğü bu romanda hiç kullanmadığını bir söyleşisinde ifade eder. 582 sayfa boyunca yalnızca bir tek yerde geçen bir sözcük gizler romanına. Bu sözcük anlamı dışında, yan anlamlarını da çok kullandığımız bir sözcük der ipucu olarak. Ben aramadım desem yalan olur ama bulduğumu söylesem de.

Baobab ağacı ile kadın başı silueti arasındaki simgeleri bildiğim ve bilmediğim bütün dillerde araştırdım. Artık yaşamayan antik dillerde: Akadca, Sanskritçe, Aramice, Antik Kürtçe, Sümerce, Hititçe. Sonra kadim dillerde Japonca, Mandrince(Çince), Korece…


 Nihayet Cha Sheng’e ait Çince kaligrafi eserinde buldum.

Bu ilk simge “ve” ya da “fakat” anlamlarına gelen bir bağlaçtır. Tüm bağlaçlar gibi geldikleri yerdeki cümlenin ama sonunu ama başını öylesine değiştirirler; işte bunlar bağlamını yeniden belirleme gücüne sahip ama tek başına kaldıklarında anlamı olmayan “insanın varoluşu” gibi.

 Diğer simgenin ise tüm aramalarıma karşın kesin karşılığını bulamasam da, Google çeviri sayesinde “Sessiz ve zarif” anlamına geldiğini buldum.

 


 Şairin Romanı kitabının her bölümünde farklı farklı renklerde ayrı kapak tasarımı kullanılmış. Her defasında öznesi aynı bir tamlama. Tamlamalara fiiller, isimler eşlik ederek içeriklerini okura imleyecek biçimde değişirken öznesinin aynı kalışı bu masal dünyasının tanrısının Şairler olduğunu, tüm yapıp etme gücünün onlarda olduğunu gizlice fısıldar. Nasıl ki Kutsal kitaplar mesellerle bir emsale dikkat çekerse, sözcüklerden kurulmuş bir evrende şiirlerden kurulmuş hayatları yaşayanların hikâyelerinden oluşan örüntüde modern dünyanın bütün bize ilştirdiği yüklerden birer birer arınır, hafifledikçe yükselir ve yükseldikçe kendi öz doğamıza döneriz. Ayrıca her bölüm kapağında bitip tükenmeyen gizemlerle doludur. Sahip oldukları anlamların bir örüntüye sahip olmadığını anladığımda fark ettim ki; bunlar sadece bir gizem avcısının önüne konmuş yemlerden başka bir şey değil. 7 Başlık eminim ki tesadüf değildir: Şairin Dönüşü, Şairin Toprağı, Şairin Levhaları, Şairin Gölgesi, Şairin Hayvanı, Şairin Kanı, Şairin Oyunu. Dinler tarihine sayısız gönderme içerisinde; evrenin yedi günde yaradılışına, göklerin yedi katına (Bakara 29), cehennemin yedi katı ve yedi kapısına, Süleyman Mabedindeki yedi kollu şamdana, Akad halkının yedi Tanrısına, Yedi ölümcül günaha, Kutsal Ruhun yedi hediyesine, Mevlana’nın yedi öğüdü’ne ve daha nicelerine dönüşü olmayan gidiş biletini verir de neden gittiğinizin amacını yitirebilirsiniz sonrasında aman dikkat.

 

Yolculuk:

Şairin Romanı dönüş yolculuğu hikâyesiyle başlar. “Dönüş” kahramanın sonsuz yolculuğunun son aşamasıdır ve kahraman yolculuğunu başladığı noktaya geri dönerek tamamlar. Campbell, kahramanın macerasının sona erdiğinde yaşam değiştiren ödülü ile birlikte geri dönmesinin gerekliliğini işaret eder. Monomitin ölçüsü olan tam çevrim gereğince; kahraman macera esnasındaki kazanımlarını insanların dünyasına geri getirilmekle yükümlüdür ki bu ödüller topluluğun, ulusun, gezegenin ya da binlerce dünyanın yenilenmesine katkıda bulunabilecek oranda değerlidir[5]

Mücadelesini dış dünyaya ait veya tabiatüstü unsurlarla yürüten kahraman bu yolculukta tehlikeler atlatır, denenir, mücadele eder ve yurduna döner. Yolculuk teması, bu romanda da karşımıza çıkar, yalnız romandaki kahramanın yolculuğu başlangıçta dış dünyada yaşanan ve mücadeleler verilen bir yolculuk iken zamanla kahramanın iç dünyasına yönelmiştir; bu değişim kahramanın yaşadığı bir dünyanın olmadığı anlamına gelmez. Birçok farklılık taşımakla birlikte hikâyeleştirme yoluyla anlatım yapma tekniğine dayalı olma noktasında birleşen masal, destan ve roman gibi türlerdeki bu yolculukların temel amacı, kahramanın hayatın bilgisine ulaşmasını sağlamaktır.

Kahramanın mitolojik macerasının standart yolu geçiş ayinlerinde sunulan formülün büyütülmüş hâlidir: Ayrılma-erginme-dönüş monomitin, çekirdek birimi denir.”[6]

Şairin Romanı’nın yolculuk üzerine bina edilmesi eseri, masal gibi, destan gibi kökleri eski çağlara dayanan anlatı türlerine yaklaştırmıştır. Romanın ütopik zamanı da bu yakınlaşmayı desteklemiştir. Bununla birlikte yazar eserinin ismine sadık kalmış, yapılan yolculuklarla birlikte şiiri, şairi, şiirin teorisini ve hayatın her yerindeki şiirselliği anlatmıştır.

 

Gölge:

Eserdeki sosyal hayatla ilgili başka bir husus Jung, kişiliği persona ve gölge adını verdiği iki arketiple açıklar. Persona, toplumda kabul gören yüz, bir bakıma vitrin; gölge, reddedilen alt kişiliktir. Gölgeyi kendi bilinçaltımızda bastırır ve varlığını reddederiz. Bu, içimizdeki kötülüğü yadsıyıp onun sorumluluğunu başkasına yüklemektir. Bununla birlikte Jung, insanın gölgesiyle yüzleşebileceğini de kabul eder; fakat gölge kompleksi bütünüyle suçluluk, değersizlik, reddedilme korkularıyla dolu olduğu için gerçek yapısının açığa çıkarılmasındaki zorla da dikkati çeker (Stevens, 1999: 65-68). Gölge arketipini Şairin Romanı’nda görmek mümkündür. Mesela başarısız insanlar “Gölgedekiler” olarak sunulur. Zeheyra, Agabu’nun kendisine ait olmayan şiirleri sahiplendiğini öğrendiğinde eşinin “gölge şair” olduğunu düşünür. Romanın diğer kahramanlarına ait bazı olaylardan bahsedilmekle birlikte, ağırlıklı olarak Agabu’nun Serhanas’ı öldürterek şiirlerini kendisine mâl edişinin anlatıldığı bölümün başlığı, “Şairin Gölgesi”dir (s. 249-340). Semboller sözlüğünde gölge, güneş ile birlikte anlatılır. Buna göre güneş, ruhun ışığı; gölge ego ya da ruhtur (Cırlot, 1971: 290-291). Nitekim romanda gölge sembolüyle anlatılan başarısızlıkların arkasında insanın dizginleyemediği egosu yatmaktadır. Gölge bazen de dışa yansıyan benliğin ifadesi için kullanılmıştır ki bu kullanım da gölgenin sembolik anlamına uygundur. Bilge Şair Bendag, “ Anakara’ya dönüşüyle birlikte birdenbire yoluna çıkıp önünü kesen gölgesinin varlığını hisseder.”[7]. Bir de metinlerarası gönderme ile birlikte yine gölgelere gönderme vardır. Akira Kurosawa’nın ünlü filmi bir şiirin adına ilham olmuştur. Kagemusha Japonca gölge savaşçı anlamındadır.

 

Postmodernite:

13 dolunay şenliği aslında romanın ismi gibi oksimoron’dur; çünkü herkesçe uğursuz kabul edilen bir sayının bir bayram gibi kutlanması aslında modern değerlerin bir eleştirisidir. Bu arada 13 dolunay gerçek hayatta da vardır ve belirli aralıklarla tekrar eder 2023, 2020, 2018, 2015, 2012, 2009 gibi.Gerçek masalda masal gerçekte belirirken gerçekliğin kesinliğini gittikçe yitirip düşlerin gerçeğe kavuştuğu alacakaranlık kuşağına girmiş oluruz.

Gammenn’in söylediği gibi;

“Genede aklın kurallarına çok teslim olmamak gerek. Bizim yanılgımız tüm evreni aklımıza sığdırmaya çalışmamız bence. Aklımızla açıklayabildiklerimizin tüm evreni anlamaya yeteceğini sanıyoruz.”[8]

Bu sözler tam da modern dünyanın eleştirisidir, çünkü şiire ve ilhama kaynaklık eden entelektüel sezgicilik rasyonalitenin inşası esnasında temelinin harcına sessizce gömülen bir maktüldür. Akıl sanıldığının aksine bize düzenli bir algı ve anlayış sunarken bir yandan da bizleri sınırlar ve dışına çıkanları cadı avına çıkar.

Modern dünyanın dayattığı gerçekliği reddetmekle başlar ve yeni dünyayı kendisi kurar yazar. Hayal edebildiğiniz her şey gerçektir. [9] der ve bunu demektir ki aynı güneş hepimize doğarken sadece bazılarımız görüyorsa hayat onlara acı bir yükü lütfeder, hatta gerçeklik dediğin kendi kendine değil inandığın kadar var diyenler için hayatın düşlerin maddesinden yapıldığı gün batınca değil gün ışıyınca ortaya çıkar.

Horad, dilsiz olmasına karşın, benliğinin derinliklerinde varlığını sürdüren bir ses olduğuna, hatta bunun evrenin sesiyle aynı olduğuna, evrenin var olduğu ilk zamandan beri bu sesin herkesin içinde tınladığına inanıyordu… “Belki bana yerküredeki bunca kapalı harfi, sırlı yazıyı, toprağın belleğine gömülenleri buldurup çözdüren odur.”. Odragend açık şehir anlamına da gelir, ortada durduğu halde kimsenin göremediği şey anlamına da[10] Şair de dilin altındaki gömülü hazineyi yani sözcükleri bulup çıkartan madenci gibidir.[11] Yeraltındakini yerküreye armağan eden dilsiz, hakikatlerde gezinir. Belki de dil bizim hakikatle aramızdaki yegane medyatör, yegane aracı fakat ironik biçimde yegane aramızda duran şeydir. Dil, sözcüklerden yeni hayatlar ve evrenler kurmaktır, kendisi öğretilebilir ama bu kendisinin öğrenilebilir bir doğasının olduğu anlamına gelmez. Dil dışımızdaki dünyayı zihindeki imgelerle kurup sözcüklerle betimeyip bize onlardan yeni yollar yeni düzlemler ve yeni dünyalar keşfettirirken belki de bizi ondan bir o kadar uzaklaştırıyor olabilir. Çünkü bir nesnenin yerine geçen bir sözcük başlangıçta nesneyi imlerken sonrasında kendisi bir gerçekmişçesine diğer imlerle bir araya gelerek yeni anlam düzlemleri oluşturduğunda gerçekliğin yerine geçen gerçekliğin yerine geçenlerden daha fazla gerçek haline geliverir.

 Tarihte Sır:

Şiir sözcüklerin kılık değiştirdiği bir maskeli balodur. Belki de bir söze bin anlam yüklerken sadece arif olanın anlayabileceği anlamlara bizi sürükleyendir. Aşk şarabını içmeden bizi esrikliğiyle meftun eder.

Yeryüzü, doğa şiir gibidir. Hepimize aynı doğan güneş herkese doğayı aydınlatır. Fakat bunların arasında verili olanı değil de verili olanın ardında gizli olduğuna inandığı, her şeyin bir başka şeyle kopmaz bir bağla bağlandığına inanlar bambaşka bir gerçeklik algısına sahiptir. Çünkü bir hayat boyunca hayatın anlamını aramak, bu tabiattaki izleri ve işaretleri yakalamaktan geçiyorsa, tabiata bakarak felsefeci ve şair olunur.[12] Bu şiirdeki “nesneler de gizlenir, esinler de.”[13] Gerçekliğin arasında bir gerçeklik olarak hakikat arayışı beyhudedir Çünkü gerçeklik asla bütün sırlarını ele vermez.[14] Gerçeklik değişmeyen, her bakanın aynı gördüğü bir şey olmaktan ziyade her ruh ve zihin tarafından kurgulanan bir şeydir. Aslında rasyonalite bilme iddiasıyla bize sunduğu bilgilerden oluşan denizde bizi boğarken kendisine tutunacağımız yegâne şey, rüyanın ve hayallerin maddesinden yapılma sezgilerimizdir.

Çeviri yani Translation yerine transliteration başka bir alfabe ile yazma yöntemiyle açıklandığında Antik Yunan’da ‘μυστήριον’(musterion) kavramını dinî alandaki sırlar (mysters) için kullanır, ancak ‘sır’lar için başka bir kelime olan ‘κρυπτός’[15] (kruptos) kavramına da sahiptir.

14.Yy’ın sonlarında ilk kez “insanoğlunun kavrayışından veya anlayışından saklanmış olan” anlamında ve 15. Yy.’ın sonlarında “genel bilinmekten saklanmış olan” anlamında kullanılmış olup Latince ‘secretum” kavramıyla karşılanan ‘se’, yani; kendi, kendine, olmadan bir yana” anlamlarına gelen  ek ilecernere’ yani; kökü "elemek", dolayısıyla "ayrım yapmak, ayırt etmek" anlamına gelen kökün bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir kavramdır. Dolayısıyla “bir yana ayırt etmek” veya kendini (bilinenlerden) ayırt etmek” olarak da çevrilebilir.  Latince’de ‘concelare’ kavramından gelen kavram da İngilizce’de conceal olarak karşılık bulmuştur ve con, yani birlikte yapılan ön eki ile celare yani saklamak gizlemek anlamına gelen kavramın bir araya gelmesiyle bir şeyi birlikte saklamak anlamına karşılık gelir.

Peki ya aynadaki sır nedir?

İlk zamanlarda parlatılmış metalden yapılırken sonraları karşısındaki şeylerin görüntüsünü aksettiren, yansıtan genellikle camdan yapılan levhadır. Ayna, arkası sırlanmış camdan oluşmaktadır. Aslında arkasındakini gösteren ve gizlemeyen cam sırlanma denen işlemle bir yüzü kaplandığında artık sadece bakan kişiyi yansıtan ve ardını göstermeyene dönüşür.

Kalemini toprağa gömer[16] Agabu, bir daha bulunmamacasına, oysa şairler kilden tabletlere yazdığı şiirleri toprağa gömer bir gün birilerinin onu bulup okuması yeniden yaşatacaktır ona ait duyguları.  

Gaveleana menekşelerinin acı, mor kokusunu alır bahçeden. "Gaveleand menekşesi ancak kadınların elinden su içen doğanın sihirli çiçeklerinden biri". Kokusunu erkeklere verir ama onlar tarafından sulanmak istemez bu bitki. Lalelu’nun bahçesinde de görür, koklar Gaveleana menekşelerini Gamenn.[17] Lalelu da güçlü, şair, çiçeklere özel eli olan, güvercin yetiştiricisi ve güzel bir kadındır.

 

Şiir Nedir?

Ne kadar iyi şair olursanız olun şiiriniz herkesin aklına ruhuna ve kalbine dokunmayabilir. Bu şairin suçu değildir. Kendilerine ait hayalleri olmayanlar şairlerinkini de göremezler.

Görünmez bir mürekkeple yazılanlarda kirli meraklardan ve alenen ortaya serilmeyecek mahremiyetle özenle gizlenen anlamdır.

Adlandırdığımızın var, işaretlediğimizin kader ve bunları bir araya getirişimizle yeni dünyalar kurdukça eski zamanların kumdan kaleler yapıp bozan Tanrıları gibidirler. Herkesin bilmediği ve dile getiremediği kelimelerle büyü yapılabiliyorsa şair büyücüdür.

Geçmişi ve şimdiyi kadar geleceği de kucaklayan bir anlam yaratıcısı da olsa olsa kâhindir. Şair de dilin altındaki gömülü hazineyi yani sözcükleri bulup çıkartan madenci gibidir.[18] Yeraltındakini yerküreye armağan eden dilsiz hakikatlerde gezinir. Bu sözcüklerden yeni hayatlar ve evrenler kurmakla şair, Tanrısıdır düşler evreninin.

Tüm yollar yolculuklar için. Denizde yol yok diyedir adımlarınız doğru yöne gider mi bilinmez. Ağaç dağ çiçek nehir olayınca geriye sadece yıldızların yoldaşlığı kalır da zaman yiter, uzaklık yiter orada.

Yolculuklar yerküreyi birbirine yaklaştırmaz sadece, insanları da birbirine insanı da kendine yaklaştırır. Yolculukların toplamı hayatsa yolların birbirleriyle üst üste alt alta geçiştiği girift bir dokudur hayat.

Zaman anların toplamı, yarı mecnun, yarı kâhin ve yarı şairlerin rüyalarıdır.

Uzak, hiç duymadığı bir kokunun özlemiyle kavrulan bir yürekten sızan renktir ve en çok da karanlıkta bir ve aynı görünen gölgeleri görünür görünür kılan renge boğan ışıktır şiir.

Müziğin ışığı, sesin rengi, rengin sesi, ışığın yuvası, duyguların ve hayallerin sessiz dilidir

Kimisinde var olan ruhunun uyak ve kafiyesiz derin anlamıdır

her şeyi görmemizi sağlarken kendisi görünmez olandan, Işıktan doğandır,

ışık oyunlarıdır ve evcilleştirmeden ışığı kendinin kılandır

Ölerek birbirimize dönüşürken , anılarımız zamanın acımasızlığıyla birer birer yiterken tutundurandır ruhları ve unutturandır yalnızlıklarını bir ân.

Hiç görmediği denizi, hiç gitmediği limanları yazmak ve hiç düşmediği aşkı yaşamak ve yaşatmaktır

Arada bir nöbeti tutan uykudaki hummadır.

Zamandan yazı yazıdan zaman yapmaktır. 

Ertelene ertelene sonsuzlaştırılandır yüreğinde zamanın hem geçmişi hem şimdiyi hem geleceği taşıyansa Tanrılarla boy ölçüşür zamanda değil zamanı yaşamakla.

İç ve dış yüzeyi özenle tabaklanıp cilalanmış, kapağında yalın soylu bir motif işli dilsiz kağıtlara sıkıştırılandır defterlerde. O kağıtlar ki, yeryüzünün en yaşlı ağacının etinden ve yaban hayvanlarının teninden yapılma bir bedene can veren ruhtur şiir.

Göğünde tesadüf kuşları uçarken, sığdırmaya çalıştığı doğa ve yeryüzü sayfalara sığmayandır.

Bir isim koymaktır mesela. hiç bir örneği olmasın diye bile isteye sakatlanmış bir kelimelerden devşirilmiş bir anagramıdır.

Ne kadar iyi şair olursanız olun şiiriniz herkesin aklına ruhuna ve kalbine dokunmayabilir. Bu şairin suçu değildir. Kendilerine ait hayalleri olmayanlar şairlerinkini de göremezler.[19]

İlk basımı 2001’de yapılan Şairin Romanı kitabı şiir ve şairlik ana teması etrafında döner. Romanda olaylar, Anakara denilen ütopik bir beldede geçer. Bu belde modern hayattan çok uzak bir şekilde tasarlanmıştır. Anakara’da modern hayatı çağrıştıracak neredeyse hiçbir şey bulunmaz. Buradaki kültür daha çok pagan kültürünü hatırlatır. Tasvir edilen kültürde şiir ve şairlere önem verilir, iyi şiir yazmak kişiye büyük bir itibar kazandırır, düzenlenen şenliklerde şairler hünerlerini gösterirler. Şiir şenliklerinde şiir hakkında konuşmalar yapılır, saygı gösterilen şairlerin heykelleri tepelere veya meydanlara dikilir, beğenilen şiirler kalelerin burçlarına asılır. Mungan’ın dünya görüşü ve poetik fikirleri göz önünde bulundurulursa Şairin Romanı’nda, hayalini kurduğu toplumu anlattığı fark edilir.[20]

Bendag, bir ressamın dikkati ile ışığı kollar, çünkü ona göre şiir ışıktan doğar. Şiirin kendisini zamana ait kıldığını bildiğinden şiiri salt bir uğraş olarak görmez; varoluşunu gerçekleştirdiği bir düzlem olarak görür. Bir şairin hem iyi görmesi hem de iyi duyması gerektiğini düşünür. Çünkü şiirde imajları kullanmak kadar sesleri de kullanmak gerekir. Bir şair sadece doğduğu topraklara seslenmemelidir; yabancı iklimlere sesini duyurabilmelidir. Şair, yeni sözcükler bularak kendine yeni yollar açmalıdır. Bilge şair Bendag’ın şiir ve şairlik hakkındaki düşünceleri birçok açıdan Mungan’ın poetik görüşlerini kendisine söylettiği kişi gibidir.

 

Yazar Hakkında:

Murathan Mungan;

“Her yerde hep iğreti, hep yabancı, hep sürgün gibi duran benim, yıllardır içimde yaralı bir hayvan gibi saklanan yalnızlığımı büyütmüştü bu ‘üvey’ kimliğiyle hayatımı damgalayan yeni gerçek. Sonrasında kabaca söylersek: Hayattan kaçtım, sanata sığındım. Yazı’yı evlat edindim, okurları akraba…”[21]

sözleriyle edebî kişiliğinin geçmiş hayatında yaşadıklarıyla şekillendiğini belirtir. Annesinin öz annesi olmadığını öğrenmesi, hayatındaki önemli dönüm noktalarından biridir. Öyle ki bu durum, Mungan’a “eğreti olma” hissini yaşatır. Bunun neticesinde de hayatı boyunca üzerindeki üvey olma kimliğini atamaz ve ruh dünyasındaki yabancılığı ya da eğretiliği, edebiyata sığınarak yazıyla yenmeye çalışır.[22] metinler arası yolculuk olarak değerlendirdiği eserlerinde yolculuğun olası gizlerini, saklı işaretlerini ya da dönüşümlü simgelerini, gerekli konaklama yerlerine ve yol ayrımlarına bırakıp okurun bunları bulmasını ister.[23] Anlattığı çoğu okura iç içe geçmiş hikâyeler gibi gelir burada pek çok yolculuk göze çarpar. Oysa yazar, yolculuğun hikâyelerinin toplamı üstünden hayatların bir yolculuk olduğunu anlatmak ister gibidir.

Üzerinde on beş yıl çalıştığı Şairin Romanı isimli eserinin türü için “fantezi roman” diyen Murathan Mungan, eserinde roman formunu kullanarak şiire dair görüşlerini açıklar. Yani kurmaca metnin merkezine şiir sanatını yerleştirerek bir bakıma kendi poetikasını oluşturur. Mungan’ın

“şiirin, romanın, edebiyatın öldüğü, giderek yazılı kültürün bile tükenmekte olduğu her şeyin görselliğe indirgendiği bir çağda, dilin kadim sanatı şiire, roman aracılığıyla bir saygı duruşu”[24]

olarak tanımladığı Şairin Romanı, “anlatımıyla, hikâyesiyle, meselesiyle yalnızca yazarın başyapıtı değil, türün de en iyi örneklerinden biridir.” (Erciyes 2015). Romanın yapısal çözümlemesine geçmeden önce yapısalcılık hakkında kısaca bilgi vermek yerinde olacaktır:

Murathan Mungan, romanında şairlerin hayatı şiirle anlamlandırma ve bu yolculuklarında kendi benliklerine ulaşmalarına değinir. Şairleri hedef alarak öldüren bir katilin yolculuğuna da yer veren sanatkâr, bununla hem fantastik edebiyat ile polisiye romanı birleştirir hem de şiirin öldüğü ya da ölmekte olduğu yaklaşımına gönderme yapar. Öyle ki Cem Erciyes’le yaptığı röportajda şiirin sadece insanların zayıf anlarında, âşık olduklarında ya da marazi zamanlarında sığındıkları bir sanat değil, düpedüz varoluşun parçası olduğunu hatırlatarak romanını şiirin ölmekte olduğu söylentisini ironik bir dille eleştirmek amacıyla da yazdığını ifade eder (Erciyes 2011).

Edebiyat teorisi üzerine yapılan çalışmaların tarihi, neredeyse yazılı edebiyatın tarihi kadar eskidir. Şairler, yazarlar ve edebiyatçılar bir taraftan sanatsal bir üretim içerisinde olurken; öte taraftan sanat eserinin içeriğini, yapısını, tekniğini ve oluşumunu açıklamaya çalışan teorik çalışmalar üretirler. Bu teorik çalışmaların en önemlisi de tarih boyunca farklı anlamlar kazanan poetikadır. Önceleri Aristoteles’in aynı zamanda türün ilk örneği olan Poetika’sından hareketle trajedi ve destan türlerinin temel özelliklerinin ve bileşenlerinin ortaya konmasına dayanan poetik çalışmaların çerçevesi; sonraları daha çok şiirle sınırlandırılır. Özellikle 19. yüzyıldan sonra bu yönü daha da belirginleşen poetika kavramı, şiiri genel anlamda kavrayan, onun biçimini, muhteviyatını, üslubunu, estetiğini kapsayan konuları belli bir örneğe bağlı kalmaksızın irdeleyen bir bilgi dalına dönüşür. Bu bağlamda birçok şair, şiire dair fikirlerini, şiir anlayışlarını yansıtan poetikalar kaleme alır. Bu poetikalar, kimi zaman şairin poetik fikirlerini yazdığı şiirler aracılığıyla dile getirmek istemesi sebebiyle manzum; kimi zaman teorik bir çerçeve oluşturma gayesiyle mensur bir karakter taşıyabilir. İşte bu teorik bağlam içerisinde Çağdaş Türk Edebiyatının önemli kalemlerinden Murathan Mungan, Şairin Romanı adlı eseriyle poetik metinlere farklı bir boyut kazandırır. Çünkü Türk Edebiyatında belki de ilk kez bir şair, poetikasını yazdığı bir roman üzerinden açıklar, okurla paylaşır. Neticede fantastik, ütopik ve polisiye roman havası taşıyan Şairin Romanı, aynı zamanda şiir sanatını merkezine alan, şiirin yapısal, varoluşsal ve teknik meselelerine çeşitli vesilelerle değinen avangart bir poetik-roman olarak okunabilir.

 

Esin ve İmza Hakkında:

Antik Yunan’da sahip olunan dinsel görüşlerin mitoslar ile yakından ilgisi vardır. Tanrılar, Antik Yunanlılara göre kosmosun dışında veya üstünde olmayan bir konuma ve anlama sahipti. Onlar yaratıcı değil düzenleyici ve düzen koruyucudurlar. Neredeyse her yurttaşın bilmeyi bir yurttaşlık görevi olarak gördüğü mitolojiler, eğitimin olmazsa olmazlarındandı ve her dinsel ya da ulusal bayramda kendisinin ezberden okunduğu, coşkunun bir sel olup aktığı anlarda olduğu kadar müstesna, sıradan her yurttaşın konuşurken kendisine gönderimde bulunduğu ve karşısındakilerin biliyor farz edildiği kadar tanıdık bir değere sahipti. Mitik söz, her şeyden önce yazılı değil, sözlü kültüre aittir. Ozanın sözlü olarak naklettiği destanlar, yalnızca ozanın bireysel yaratmaları ve hayal gücü ürünleri değil, esasen bütün topluluğun ortak ürünü olarak üzerinde uzlaştığı belli inanışların belli bir kültürün ve nihayet ortak yaşanmışlıkların eseridir. Ozanın işlevi bu anlatılanları kendi geleneği içerisinde bir önceki kuşaktan devralmak, kendi zihni içinde korumak ve kendinden sonraki kuşaklara devretmektir. Bu yüzden, Hesiodos ve Homeros’ta karşılaştığımız Tanrılar olsun, kahramanlar olsun, tüm karakterler, dinleyici topluluğunun yabancısı değildirler. Ozan, topluluğa tam da bizzat o topluluğun bildiği, inandığı, tanıdığı şeyleri; yani bizzat o topluluğun kendisinin ne olduğunu hatırlatmak ve nakletmek görevini üstlenmiştir. Böyle düşünüldüğünde “ozanın naklettiği söz”, onun ölümlü ve sonlu, gelip geçici ve olumsal, unutkan ve yanılabilir bireysel varlığına ait değildir. Ozanın sözü; ezelî, ebedî, kalıcı, Tanrısal ve kutsal Söz’dür. Topluluğun kendi ortak hafıza Tanrıçası Mnemosyne’nin kızları Mousalar, mitik anlatımda toplumsal olarak kabul edilen bu ilahi aracılık rolünü oynarlar. Mousalar, ozanın söylediği sözün esinleyicisi; yani ilk ve asıl kaynağı olduğu gibi, aynı zamanda garantörleridirler. Çünkü onların bu toplulukça paylaşılan garantörlükleri olmasaydı, ozanın sözü, bir meczubun, bir çılgının ya da bir yalancının sözünden ayırt etmemizin imkânı olmazdı. Bu nedenlerden dolayı nakledilen söz, Tanrısal ve imzasızdır. İmza atmak, topluma ait olanı bireyselliğine mal etmektir ki bu, hem bir suç hem bir gasp hem kendini bilmemek hem bir günah hem de kendini gülünç duruma düşürmektir.[25] Bu noktada anlatanın, anlatılanların bir vesilesi olduğu ortaya çıkar. Ancak bir vesile olarak kendilerinin ağzından aktarılmasına izin verecek esin perilerine eserlerinin giriş kısmında yalvarıp onlara övgüler düzerler. Nitekim bunlar ozanın sözünün hakikat ve nesnellik değeri taşımasının kaynağıdır. Şairler de modern dünyanın tersine bu romanda şiirlerine imza atmazlar.

 

Şiir Hakkında:

Şiir, bir anlamın semboller, ritimli sözler ve uyumlu sesler yardımıyla aktarma eylemi, ifade biçimidir. Nasıl ki bir şarkı ruhta bir etki yaratırsa sözlerin ritmi de bir duygu ve anlam yaratarak şairin bize söcüklerden çok daha d-fazlasını aktarmasını sağlar. Tasavvuf veya Sûfilik’te şiir, derin bir felsefenin arka plan oluşturduğu varlık ve mertebeleri anlayışının da tezahürüdür. “görünürler alemi” …içerisinde bulunduğumuz bu maddi varlık planı, bir özün ve bir mânânın bir biçim ve bir surete büründüğü yer olarak tasavvur edilmektedir. Bir başka deyişle yatay ve dikeyin, iç ile dışın zahir ile bâtının mevcûd olduğu yer olduğu için ikân alemi, tezür alemi, zuhur alemi olarak da biliinir. Değişmez öz olanla değişen kabuk arasındaki ilişkinin dildeki yansıması da aralarındaki ilişkiyi yansıtacak biçimde ilineksel, izafi ve arizi olacaktır.[26] Dil, bütünüyle kuşatması mümkün olmayan hakikate ulaşmada semboller, işaretler, açık veya örtük benzetmeler, eğretilemeler, misaller kullanarak “işaret etmeye” yarayan bir araçtır. O halde asıl anlam(mânâ) ruh ise onun bedeni kelimeler olacaktır. İbn Arabî şiiri ‘kısa, öz’ (icmal) manasında “uzunca anlatım”ın tam zıddı olarak konumlandırır. Şiir aynı kökten gelen ‘şuûr’ daha çok ilim ile ilgili etkinliktir ve şuurun doğası gereği ibham yani kapalılık bulunduğundan uzun olamaz. Madem ki şiir şûur kökünden gelir, o halde şiir etraflıca, detaylı, açıklayarak anlatma anlamlarına gel tafsil değil icmal yeridir. Bu nedenle icmal, rumuz kullanma (remz), bilmece yapma (lugaz) ve başka mâna kastetme (tevriye) yeridir. Bu nedenle de yüksek irfanla ilgili konularda sadece ehline vermek istediği, dışa kapalı, açıklarken gizlediği, şeklini de nesirden nazma çevirdiği bir gizemli hermetik bir dil yaratır. Kur’an’daki Yâsin Suresinde “Biz sana şiiri öğretmedik, sana gerekmez” ifadesinin kökeninde Peygamberi açıklayıcı (mübeyyin) ve açıcı (mufassıl) olarak göndermesi amacı yer alır. Arabi eserlerindeki onca şiire karşın şair olmadığını belirtmesinin nedeni şuara Suresinde 224. Ayetinde “Şairlere, yoldan sapanlar uyar.” Denmesi ve esin perilerinin etkisiyle kendinden geçen kimselerin güzel ve tkileyici sözlerle haikat olmayan şeyleri hakikat şekli vererek insanları yalanlarla kandırabilmesidir. Akla değil sezgiye dayanan sözlerden oluşan cümleler açıklanması imkânsız deli saçması ve makul olmayan yani aklın kavrayamayacağı bağıntısızlıklardır. Peygamberler bu nedenle herkesin ortak dil ve kavramlarına işaret eden meseller anlatarak misal ya da emsal olan Hakikati, doğrudan kavranamayacak olan Tanrı’yı metaforlarla buldurmak isterler.

Biz varlığı, varlığın katmanları arasında en mükemmel tezahürü olan “insan”a bakarak tanıyabiliriz. O halde insan önce kendini bilmeli, bildiğinde ardından geri kalanlar kendilerini gösterecekler ve Tanrı’nın aynası olarak hakikati yansıtacaklardır. Burada kendini bilmek, manevi eğitimle tekâmül etmiş, olgunlaşmış “insân-ı kâmil”’dir. Bu bilme “bir yolculuk”tur ve burada bir yol gösteren ustaya çıraklık ederek, bir üstada yani otoriteye gönüllülükle boyun eğerek gerçekleştirebilir. Bu fikrin Antik Yunan felsefesinden hayli etkilenmiş İslam felsefesinin ürünü olduğu açıktır.

Aristoteles de bilgi derken tıpkı Platon gibi hakikatin bilgisinden bahsederken episteme değil, gnosis edimini kullanır. Çünkü onun birincil öncüller dediği prensiplerdir ve bunların sayısı ne kadar az olursa, ispatsız kabul edilmeleri o kadar kolaylaşacaktır.[27] Çünkü işaret ettiği üzere; bir ilk ilke kendinden açık ve kendisinden diğer dedüktif yöntemle çıkarsanabilmesi için bunların ispattan müstesna kılınmaları gereklidir, ki bu ilkeler eğer ispata kalkışılırsa bunları açıklayıcı yeni ilkeler gereklidir ve bu ilkeleri açıklayıcı ilkeleri açıklayacak yeni ilkelerin sunumu ad infinutum sürdürülmelidir; oysa bu imkansızdır. O halde bu ilksel bilgiler episteme değil gnosis niteliğinde olmalıdır.

Şairin Romanı’nda şairler deyim yerindeyse bir Antik Yunan Geleneğine uygun bir okulda, Skolastik bir Cizvit manastırında ve hatta Sufi geleneklerine uygun bir dergâhta nefis eğitimi alırcasına fiziksel olarak dış dünyada ancak ruhani olarak içsel yolculuklara çıkan ve yolculuklarında kendileriyle, varlıklarının karanlık yanını temsil eden gölgeleriyle karşılaşarak sınanan öğrenciler gibidirler.

Hayatın ve ölümün anlamı, var olmanın gayesi gibi varoluşsal konular insanlığın öteden beri kafasını kurcalamıştır. Dinler bu konular hakkında ayrıntılı açıklamalar yapmalarına karşın modern insan, dinlerin açıklamalarına çoğu zaman itibar etmez. Varoluşçu felsefe büyük ölçüde varlığı din dışı bir bakış ile açıklamaya çalışır. Bireyin düşünme edimi ile hayatın ve ölümün anlamını kavrayacağını ileri süren varoluşçu düşünürler, varlığı yine varlıkta anlamlandırmaya çalışırlar. Varoluşçuluğun izlerinin görüldüğü çoğu romanda din dışı bir bakış ile varoluş konusuna değinildiğine şahit olunur. Murathan Mungan’ın Şairin Romanı bireysel varoluş konusuna değinen bir romandır. Mungan, eserlerinde var olmayı ve bir kimlik sahibi olmayı bir tür problem olarak işler. Fantastik, ütopik, polisiye türünde yazılan Şairin Romanı’nda da bireysel varoluş öne çıkan temalardan biridir. Romanın başkahramanı olarak beliren bilge şair Bendag, elli yıl önce şiir şenliklerinde şiir yazmayı aniden bırakır ve uzun bir yolculuğa çıkar. Bu çalışmanın amacı, Şairin Romanı’ndaki kahramanlardan bilge şair Bendag’ın varoluşsal sorunlarını inceleyip bu sorunların romanın kurgusu ile olan bağını çözümlemektir. Tespitler varoluşçu felsefeye göre yorumlanıp açıklanmıştır. Özellikle (Heidegger ve Sartre gibi XX. yüzyılın önde gelen varoluşçu düşünürlerin hayata, ölüme, varoluşa bakışları dikkate alınarak bilge şair Bendag’ın varoluş problemleri ele alınmıştır.[28]

“İnsanoğlunun yaşamda en geç keşfettiği şey şimdiki zamandı. İnsan içinde yaşadığı ânı derinleştirmeyi zamanla, yani zamanı azaldıkça öğreniyordu.”[29]

Şairin Romanı modern zamanların bir masalı olarak şiiri yaşayan bir toplumun masalını anlatırken aslında alegorik veya ironik tarzda modern dünyanın bir kritiğini, eleştirisini yapar.

Son Söz:

Hayat kimilerine göre görünen, kimilerine göre ise görünenin ardındakidir. İlki yani hayatı göründüğü gibi olduğuna inanlar, önüne geleni yaşar ve hayat; her ne kadar ilgilenmese de; onlar için başına gelenlerin toplamıdır. İkincisine inanalar içinse hayat göründüğünden ibaret değildir, hatta derin ve çok anlamlıdır. Anlam, katmanlarda gizlidir ve görünen daima gerçeğin önünde veya gerçekle arasında duran bir şey olduğundan kendisine itibar edilmemesi, kendisine sarılıp yaşanmaması gerekenle ilişkiye girdiğimizde ortaya çıkar. Anlam orada duraduran katı bir şey olmaktan çok durmaksızın değişen, kendisine sirayet edildikçe derinleşip renklenen bir şeydir. Anlam, hayatın yüzeyinde ve sürgit veya sonsuz tekrarlardan ziyade tekrarlaması nadide olan ve hatta tekrarı olmayanların birbirlerine yaklaşıp uzaklaşmaları ve kimi zaman da birbirlerinin altından, üstünden, yanından, yöresinden geçenlerin oluşturduğu girift bir dokudur. Nihayet anlam, bize verili olanlarla yetinmeyenlerin ruhunu doyuran gıda, beş duyunun sayesinde elde edilen bilgiye nazaran ansızın ve aracısız olduğunda var olan şeydir.

NOT: Umarım okuyucu konudan konuya geçip durduğum için beni bağışlar. Kitabın ruhuna uygun bir yazı oldu böylelikle aslında.

 

Kaynakça:

1.        A Greek-English Lexicon, Henry George Liddell, Robert Scott,

2.  Ayşe ARMAN ile Mungan, Murathan’ın, ”Hayat Yalan Olduğunda Güzel” röportajından, 10.04.2011 Hürriyet ( https://www.hurriyet.com.tr/hayat-yalan-oldugunda-guzel-17507309 )

3.   BİNGÖL, Ulaş, “Şairin Romanı Yahut Şairin Varoluşu „ Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Temmuz-Aralık 2017/9:18(42-58)

4.      Cogito Sayı:38 "Şiir",YKY,  2004

5. ERALP, Vehbi, Felsefe Arkhivi, “Prensipler ve Bazı Mantık Prensipleri”, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul, Yıl: 1972

6.      Ertuğ, Füsun, “Bir Etnobotanikçinin Gözüyle Şairin Romanı”, 20 Ekim 2011- 15 Şubat 2012

7.   Gönüllü, A.B.(2018) “Şairin Sırrı”Arka Kapak Kitap ve Kültür Dergisi“Dosya konusu Orhan Veli”, Eylül 2018 Sayı:36, s. 34-35

8.  MUNGAN, Murathan (Ağustos 2005). “Hâlâ Sokağa Çıkmak İçin Yazı Yazan Bir Çocuğum”, Milliyet Sanat, 96-99

9.    MUNGAN, Murathan (2010). Metinler Kitabı, İstanbul: Metis Yayınları

10.  MUNGAN, Murathan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)

11. KILIÇ, Mahmut Erol, “sûfi şirrinin poetikası”, Cogito Şiir Sayısı: 38/ 2004, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul

12. KIRGIZ, Şenay, “Joseph Campbell’in Monomit Kuramı Üzerine Bir Çalışma: Siegfried’in Sonsuz Yolculuğu”, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 86, Aralık 2018, s. 107-120

13. YAZBAHAR, Zehra, “Murathan Mungan’ın Şairin Romanı İsimli Eserinin Yapısalcı Metodoloji Çerçevesinde İncelenmesi”, Mavi Atlas, 7(2)/2019: 28-53



[1] Mungan, Murathan’ın Ayşe ARMAN ile , „Hayat Yalan Olduğunda Güzel“ röportajından, 10.04.2011 Hürriyet ( https://www.hurriyet.com.tr/hayat-yalan-oldugunda-guzel-17507309 )

[2] https://news.uchicago.edu/story/researchers-image-entire-mouse-brain-first-time

[3] https://peyzax.com/hayat-agaci-baobab/

[4] Mungan, Murathan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 293

[5] KIRGIZ, Şenay, “Joseph Campbell’in Monomit Kuramı Üzerine Bir Çalışma: Siegfried’in Sonsuz Yolculuğu”, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 86, Aralık 2018, s. 107-120, s.117.

[6] KIRGIZ, Şenay, “Joseph Campbell’in Monomit Kuramı Üzerine Bir Çalışma: Siegfried’in Sonsuz Yolculuğu” s.110.

[7] Mungan, Murathan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 352

[8] Mungan, Murathan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 165

[9] Gönüllü, A.B.(2018) “Şairin Sırrı”Arka Kapak Kitap ve Kültür Dergisi“Dosya konusu Orhan Veli”, Eylül 2018 Sayı:36, s. 34-35

[10] Mungan, Murathan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 421

[11] Mungan, Murathan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 127

[12] Mungan, Murathan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 117

[13] Mungan, Murathan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 11

[14] Mungan, Murathan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 162

[15] ‘κρυπτός’, Henry George Liddell, Robert Scott, A Greek-English Lexicon

[16] Mungan, Murathan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 271

[17] Ertuğ, Füsun, “Bir Etnobotanikçinin Gözüyle Şairin Romanı”, 20 Ekim 2011- 15 Şubat 2012

[18] Mungan, Murathan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 127

[19] Mungan, Murathan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 117

[20] BİNGÖL, Ulaş, “Şairin Romanı Yahut Şairin Varoluşu „ Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Temmuz-Aralık 2017/9:18(42-58), s.47

[21] MUNGAN, Murathan (Ağustos 2005). “Hâlâ Sokağa Çıkmak İçin Yazı Yazan Bir Çocuğum”, Milliyet Sanat, 96-99,

[22] YAZBAHAR, Zehra, “Murathan Mungan’ın Şairin Romanı İsimli Eserinin Yapısalcı Metodoloji Çerçevesinde İncelenmesi”, Mavi Atlas, 7(2)/2019: 28-53, s.29

[23] MUNGAN, Murathan (2010). Metinler Kitabı, İstanbul: Metis Yayınları, s.8.

[24] Erciyes 2011

[25] Acaba Platon bu nedenle mi kendi ismiyle, kişiliğiyle konuşmaz, eserlerine imza atmaz?

[26] Kılıç Mahmut Erol, “sûfi şirrinin poetikası”, Cogito Şiir Sayısı: 38/ 2004, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.84.

[27], Eralp, Vehbi, Felsefe Arkhivi“Prensipler ve Bazı Mantık Prensipleri”, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul, Yıl: 1972, Sayı:18, s. 1-10

[28] BİNGÖL, Ulaş, “Şairin Romanı Yahut Şairin Varoluşu „ Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Temmuz-Aralık 2017/9:18(42-58)

[29] Mungan, Murathan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 10

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yüzyıllık Yalnızlık Gabriel Garcia Marquez İnceleme

Murat İnci kimdir