"Şairin Romanı" Murathan MUNGAN'ın kitabı
Şairin Romanı / Murathan MUNGAN
30.01.2023
Murat İNCİ
İşte sırrım, çok
basit. En iyi yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni görmez.(Küçük
Prens)
Giriş:
Nasıl ki toprağın altında gömülü ve gizli madenleri keşfedip
çıkartana madenci diyorsak, aynı şeyi dilde sözcüklerle yapana şair demeli ve insan
ruhunun derinliklerindeki duyguları ve yeni anlamları ortaya çıkartmak olsa
gerek bizdeki etkisi. Ama en zoru bunu şiirin ritminden ve kelimelerin
seslerinin harmonisinden azade düz yazı formunda uyaksız, vezinsiz yapmak.
Mungan için;
“Edebiyat bir yalnızlık
oyuncağıdır. Çocukken oyun severiz, yaş aldıkça oyunlarımızın kurgusu değişir,
ama yine de severiz. Ne yaparsak yapalım, biz oyun oynayan çocuklarız.”[1]
Kitap, bizi kapağıyla gizem dolu bir masal dünyasıyla
karşılaşabileceğimiz hakkında bilgi verir. Alice
Harikalar Diyarında’nın tavşan deliği kitabın kapağıdır. Şairin Romanı’nın Hakkı Mısırlıoğlu’na
ait Kapak ve Grafik Tasarımı bölüm aralarında kullandığı kapaklar anlatılmaya değerdir.
Hakkı Mısırlıoğlu Nobel alan Orhan Pamuk’un pek çok romanına kapak tasarımı
yapmış ancak Murathan Mungan’ın kapak tasarımı için kendisini özellikle bularak
ricası üzerine bu kapağın tasarımını yaptığına dair söylentiler mevcut.
İlk dikkat çeken gölgeli açık kahverengi zemindeki tek renk
ve psikologların ruhsal durum tanı tespitinde kullandıkları Rorschach (mürekkep
lekesi ) testi görüntüsünde olması. Hem kapağa hem de yedi ayrı bölüme geçişte
farklı tek renklerde tasarlanan Rorschach mürekkep testi de bunu kuvvetlendirir
yönde. Lakin dikkatli gözler fark edeceklerdir ki, Rorschach mürekkep testlerin
resimlerindeki alt ve üst parçalar tam olarak birbirleri ile eşleşmiyorlar. Kapaktaki
illüstrasyonu dikkatlice incelediğimizde gizli işaretler bizi bekleyen
gizemleri işaret eder gibidir.
Rorschach Mürekkep Testi Bir memeli beynindeki sinaptik bağlantı
haritası[2]
Bir başka okumayla; kapakta gördüğümüz şey 30 yıllık beyinle
ilgili araştırmaların sonucu ortaya konmuş ilk memelilere ait detaylı beyin
sinaptik haritasına benzerliği tesadüf olabilir mi? Yeryüzündeki en kompleks
şeyin uğruna çalıştığı şeylerle alay etmek için midir yoksa? Yahut Mungan da
bizi tıpkı Elias CANETTİ’nin Körleşme eserindeki gibi insan beyninin
projeksiyonu olarak hayatın dolambaçlı yolları ve sonsuz kıvrımları arasında
bizi kaybetmek mi ister?
Kapağın tam ortada bir Baobab ağacı vardır. Baobab, Afrika ve Asya'nın tropikal bölgelerinde yetişen, yapraklarını döken ağaç türlerinin ortak adıdır ve 2.500-3.000 yıl yaşarlar. Heybetli gövdesi üzerinde, kök gibi cılız dalların uzandığı, sanki tepetaklakmış gibi görünen Baobabların, Afrika'da bu ağacın hayatın kökü olduğuna, ilk insanın doğuşunu gördüğüne inanır. Bu nedenle bir diğer ismi de ‘hayat ağacı’dır. Yerliler baobab'a 'şeytan ağacı' derler. Şeytanın bir zamanlar bu ağacın dallarına takıldığını, sonra cezalandırmak için onu baş aşağı ettiğini söylerler.
Yerlilere göre, şimdi dallar olan kısım aslında köklerdir. Bir daha baobab yetişmesin diye şeytan, tüm genç fideleri imha etmiştir. Yerliler bu yüzden dünyada yalnızca yetişkin baobab ağaçlarının kaldığını söylerler." Baobab ağacının Küçük Prens hikâyelerinde bahsinin geçtiğini görürüz. Hikâyede baobab ağacının tohumlarını şöyle anlatmaya başlıyor: “Toprağın kuytularında gizlenmiş dururlarken arada birkaçının uyanacağı tutarmış. Bu tohum başlangıçta biraz çekingenlik gösterse de kendi halinde güneşe doğru uzamaya başlarmış. Eğer bu bitki yalnızca bir turp ya da bir gül goncası olsa büyümesinde hiçbir sakınca yokmuş. Ama öyle, kötü bitkilerdense hemen ortadan kaldırılmalıymış. Şu sıralarda küçük prensin gezegeninde çok korkunç bir bitkinin tohumları sarmış ortalığı. Baobab tohumlarıymış bunlar. Toprağın içi bunlarla doluymuş. Fark etmekte biraz geciktiniz mi, iş işten geçer, bir daha onlardan kurtuluş olmazmış. Bütün gezegeni sararlar, kökleriyle de içten içe sıkıca kavrarlarmış. Eğer bir de gezegen küçücük, baobab tohumları da çok sayıdaysa işte o zaman parçalanıverirmiş gezegencik…” Hikayenin devamında Küçük Prens gezegeni baobaplardan nasıl koruduğunu "Bu bir çeşit disiplin," diye açıklar anlatıcıya ve devam eder: "Sabah uyandığınızda nasıl yüzünüzü yıkayıp temizliğinizi yapıyorsanız, gezegene de aynı şeyleri yapmalısınız; hem de daha büyük bir özenle. Bütün baobapları hemen sökmelisiniz, yoksa bir süre sonra iyice gül fidelerine benzerler. İşte o zaman hangisinin gül hangisinin baobab olduğunu anlamak da güçleşir.” Saint Exupery burada metaforik olarak baobab ağaçlarını, aslında insanın “doğasındaki” hoş olmayan özelliklerle özdeşleştiriyor.[3] Eğer onları fark edip erkenden söküp atmazsak, köklenip derinleşerek bütün kişiliğimizi ele geçireceğini anlatmaya çalışıyor. İşte tam da kitabın kalbinde ter alan düşünce buradan hareketle tanımlanabilir:
İnsan türünün doğası ister altın çağda, ister kahramanlık
çağlarında isterse mitolojik çağlarda ve hatta en güzel hayallerin kurduğu
masal ülkesinde dahi serbest kalan insan türü, kendisinin geldiğine inanılan
toprağın en karanlıklarında kötülüklerin tohumlarını taşır. İster Habil ile
Kabil, ister Akhilleus olsun isimlerin, çağların, hatta dillerin değişirken
insana özgü öfke, kıskançlık, şiddet gibi karanlık yanımıza ait duyguların insanlık
tarihi boyunca gelişen ve değişen her şeye tezat hiç değişmeden kaldığına
tanıklık ederler.
Baharı simgeleyen üst kısmın tersine
altta sonbahar hüküm sürüyor. Genç bir kadın siluetine hayata meydan okuyan bir
gençliği anımsatan bir siluet ömrümüzün baharındaki tutumumuzu sergilercesine
boy gösterir.
Dalgalarla boğuşan bir gemi doğru
rüzgârı yakalayamadığı veya hangi rüzgâra ihtiyacı olduğunu bilmediğinden
yelkenleri kapalı bekliyor ve ömrün sonbaharında rüzgârla şişirilmiş yelkenlere
durgun bir su eşlik ediyor. Deniz duyguları, rüzgâr ise amaçlara giden yoldaki
amaçları sembolize eder gibidir.
Her iki tarafta aynı olan yegâne şey kitabın kalbindeki fikir olan bir anahtarla simgelenen gizem. Ya da gençlikte başlarsa ve yaş aldıkça daha da derinleşen gizem avcılığı başa beladır. Çünkü her bulduğunuz sizi yeni başka gizemlere açılan kapıdan başka bir şey olmadığını kavradığınızda içinde kaybolduğumuz zihnin kıvrımlarındaki labirentlerden farksızdır. Ansızın, bunun bir oyun olduğunu fark ederiz belki, belki de hakikate giden yoldaki zihnin bin bir aldatmacasından başka da bir şey değildir.
Mungan, Tıpkı George Perec’in bir
kitap boyunca e harfini kullanmadığı gibi, dilimizde çok kullandığımız bir
sözcüğü bu romanda hiç kullanmadığını bir söyleşisinde ifade eder. 582 sayfa
boyunca yalnızca bir tek yerde geçen bir sözcük gizler romanına. Bu sözcük
anlamı dışında, yan anlamlarını da çok kullandığımız bir sözcük der ipucu
olarak. Ben aramadım desem yalan olur ama bulduğumu söylesem de.
Baobab ağacı ile kadın başı silueti
arasındaki simgeleri bildiğim ve bilmediğim bütün dillerde araştırdım. Artık
yaşamayan antik dillerde: Akadca, Sanskritçe, Aramice, Antik Kürtçe, Sümerce,
Hititçe. Sonra kadim dillerde Japonca, Mandrince(Çince), Korece…
Nihayet Cha Sheng’e ait Çince kaligrafi eserinde buldum.
Bu ilk simge “ve” ya da “fakat”
anlamlarına gelen bir bağlaçtır. Tüm bağlaçlar gibi geldikleri yerdeki cümlenin
ama sonunu ama başını öylesine değiştirirler; işte bunlar bağlamını yeniden
belirleme gücüne sahip ama tek başına kaldıklarında anlamı olmayan “insanın
varoluşu” gibi.
Yolculuk:
Şairin Romanı dönüş yolculuğu hikâyesiyle başlar.
“Dönüş” kahramanın sonsuz yolculuğunun son aşamasıdır ve kahraman
yolculuğunu başladığı noktaya geri dönerek tamamlar. Campbell, kahramanın
macerasının sona erdiğinde yaşam değiştiren ödülü ile birlikte geri
dönmesinin gerekliliğini işaret eder. Monomitin ölçüsü olan tam çevrim
gereğince; kahraman macera esnasındaki kazanımlarını insanların dünyasına
geri getirilmekle yükümlüdür ki bu ödüller topluluğun, ulusun, gezegenin ya da
binlerce dünyanın yenilenmesine katkıda bulunabilecek oranda değerlidir[5]
Mücadelesini dış dünyaya ait veya tabiatüstü unsurlarla yürüten
kahraman bu yolculukta tehlikeler atlatır, denenir, mücadele eder ve yurduna
döner. Yolculuk teması, bu romanda da karşımıza çıkar, yalnız romandaki kahramanın
yolculuğu başlangıçta dış dünyada yaşanan ve mücadeleler verilen bir yolculuk
iken zamanla kahramanın iç dünyasına yönelmiştir; bu değişim kahramanın
yaşadığı bir dünyanın olmadığı anlamına gelmez. Birçok farklılık taşımakla
birlikte hikâyeleştirme yoluyla anlatım yapma tekniğine dayalı olma noktasında
birleşen masal, destan ve roman gibi türlerdeki bu yolculukların temel amacı,
kahramanın hayatın bilgisine ulaşmasını sağlamaktır.
Kahramanın mitolojik macerasının standart yolu geçiş
ayinlerinde sunulan formülün büyütülmüş hâlidir: Ayrılma-erginme-dönüş
monomitin, çekirdek birimi denir.”[6]
Şairin
Romanı’nın yolculuk üzerine bina edilmesi eseri, masal gibi,
destan gibi kökleri eski çağlara dayanan anlatı türlerine yaklaştırmıştır.
Romanın ütopik zamanı da bu yakınlaşmayı desteklemiştir. Bununla birlikte yazar
eserinin ismine sadık kalmış, yapılan yolculuklarla birlikte şiiri, şairi,
şiirin teorisini ve hayatın her yerindeki şiirselliği anlatmıştır.
Gölge:
Eserdeki sosyal hayatla ilgili başka bir husus Jung,
kişiliği persona ve gölge adını verdiği iki arketiple açıklar. Persona, toplumda
kabul gören yüz, bir bakıma vitrin; gölge, reddedilen alt kişiliktir. Gölgeyi
kendi bilinçaltımızda bastırır ve varlığını reddederiz. Bu, içimizdeki kötülüğü
yadsıyıp onun sorumluluğunu başkasına yüklemektir. Bununla birlikte Jung,
insanın gölgesiyle yüzleşebileceğini de kabul eder; fakat gölge kompleksi
bütünüyle suçluluk, değersizlik, reddedilme korkularıyla dolu olduğu için
gerçek yapısının açığa çıkarılmasındaki zorla da dikkati çeker (Stevens, 1999:
65-68). Gölge arketipini Şairin Romanı’nda
görmek mümkündür. Mesela başarısız insanlar “Gölgedekiler” olarak sunulur.
Zeheyra, Agabu’nun kendisine ait olmayan şiirleri sahiplendiğini öğrendiğinde
eşinin “gölge şair” olduğunu düşünür. Romanın diğer kahramanlarına ait bazı olaylardan
bahsedilmekle birlikte, ağırlıklı olarak Agabu’nun Serhanas’ı öldürterek
şiirlerini kendisine mâl edişinin anlatıldığı bölümün başlığı, “Şairin Gölgesi”dir
(s. 249-340). Semboller sözlüğünde gölge, güneş ile birlikte anlatılır. Buna
göre güneş, ruhun ışığı; gölge ego ya da ruhtur (Cırlot, 1971: 290-291).
Nitekim romanda gölge sembolüyle anlatılan başarısızlıkların arkasında insanın
dizginleyemediği egosu yatmaktadır. Gölge bazen de dışa yansıyan benliğin
ifadesi için kullanılmıştır ki bu kullanım
da gölgenin sembolik anlamına uygundur. Bilge Şair Bendag, “ Anakara’ya dönüşüyle
birlikte birdenbire yoluna çıkıp önünü kesen gölgesinin varlığını hisseder.”[7]. Bir de metinlerarası gönderme ile birlikte yine gölgelere
gönderme vardır. Akira Kurosawa’nın ünlü filmi bir şiirin adına ilham olmuştur.
Kagemusha Japonca gölge savaşçı anlamındadır.
Postmodernite:
13
dolunay şenliği aslında romanın ismi gibi oksimoron’dur; çünkü herkesçe uğursuz
kabul edilen bir sayının bir bayram gibi kutlanması aslında modern değerlerin bir
eleştirisidir. Bu arada 13 dolunay gerçek hayatta da vardır ve belirli
aralıklarla tekrar eder 2023, 2020, 2018, 2015, 2012, 2009 gibi.Gerçek masalda
masal gerçekte belirirken gerçekliğin kesinliğini gittikçe yitirip düşlerin
gerçeğe kavuştuğu alacakaranlık kuşağına girmiş oluruz.
Gammenn’in
söylediği gibi;
“Genede aklın kurallarına çok teslim olmamak gerek. Bizim
yanılgımız tüm evreni aklımıza sığdırmaya çalışmamız bence. Aklımızla
açıklayabildiklerimizin tüm evreni anlamaya yeteceğini sanıyoruz.”[8]
Bu
sözler tam da modern dünyanın eleştirisidir, çünkü şiire ve ilhama kaynaklık
eden entelektüel sezgicilik rasyonalitenin inşası esnasında temelinin harcına
sessizce gömülen bir maktüldür. Akıl sanıldığının aksine bize düzenli bir algı
ve anlayış sunarken bir yandan da bizleri sınırlar ve dışına çıkanları cadı
avına çıkar.
Modern
dünyanın dayattığı gerçekliği reddetmekle başlar ve yeni dünyayı kendisi kurar
yazar. Hayal edebildiğiniz her şey gerçektir. [9] der ve bunu demektir ki aynı güneş hepimize doğarken sadece
bazılarımız görüyorsa hayat onlara acı bir yükü lütfeder, hatta gerçeklik
dediğin kendi kendine değil inandığın kadar var diyenler için hayatın düşlerin
maddesinden yapıldığı gün batınca değil gün ışıyınca ortaya çıkar.
Horad,
dilsiz olmasına karşın, benliğinin derinliklerinde varlığını sürdüren bir ses
olduğuna, hatta bunun evrenin sesiyle aynı olduğuna, evrenin var olduğu ilk
zamandan beri bu sesin herkesin içinde tınladığına inanıyordu… “Belki bana
yerküredeki bunca kapalı harfi, sırlı yazıyı, toprağın belleğine gömülenleri
buldurup çözdüren odur.”. Odragend açık şehir anlamına da gelir, ortada durduğu
halde kimsenin göremediği şey anlamına da[10] Şair
de dilin altındaki gömülü hazineyi yani sözcükleri bulup çıkartan madenci
gibidir.[11] Yeraltındakini yerküreye armağan
eden dilsiz, hakikatlerde gezinir. Belki de dil bizim hakikatle aramızdaki
yegane medyatör, yegane aracı fakat ironik biçimde yegane aramızda duran
şeydir. Dil, sözcüklerden yeni hayatlar ve evrenler kurmaktır, kendisi
öğretilebilir ama bu kendisinin öğrenilebilir bir doğasının olduğu anlamına
gelmez. Dil dışımızdaki dünyayı zihindeki imgelerle kurup sözcüklerle betimeyip
bize onlardan yeni yollar yeni düzlemler ve yeni dünyalar keşfettirirken belki
de bizi ondan bir o kadar uzaklaştırıyor olabilir. Çünkü bir nesnenin yerine
geçen bir sözcük başlangıçta nesneyi imlerken sonrasında kendisi bir
gerçekmişçesine diğer imlerle bir araya gelerek yeni anlam düzlemleri
oluşturduğunda gerçekliğin yerine geçen gerçekliğin yerine geçenlerden daha
fazla gerçek haline geliverir.
Şiir
sözcüklerin kılık değiştirdiği bir maskeli balodur. Belki de bir söze bin anlam
yüklerken sadece arif olanın anlayabileceği anlamlara bizi sürükleyendir. Aşk
şarabını içmeden bizi esrikliğiyle meftun eder.
Yeryüzü,
doğa şiir gibidir. Hepimize aynı doğan güneş herkese doğayı aydınlatır. Fakat
bunların arasında verili olanı değil de verili olanın ardında gizli olduğuna
inandığı, her şeyin bir başka şeyle kopmaz bir bağla bağlandığına inanlar
bambaşka bir gerçeklik algısına sahiptir. Çünkü bir hayat boyunca hayatın
anlamını aramak, bu tabiattaki izleri ve işaretleri yakalamaktan geçiyorsa,
tabiata bakarak felsefeci ve şair olunur.[12] Bu
şiirdeki “nesneler de gizlenir, esinler de.”[13] Gerçekliğin arasında bir gerçeklik
olarak hakikat arayışı beyhudedir Çünkü gerçeklik asla bütün sırlarını ele
vermez.[14] Gerçeklik değişmeyen, her bakanın
aynı gördüğü bir şey olmaktan ziyade her ruh ve zihin tarafından kurgulanan bir
şeydir. Aslında rasyonalite bilme iddiasıyla bize sunduğu bilgilerden oluşan
denizde bizi boğarken kendisine tutunacağımız yegâne şey, rüyanın ve hayallerin
maddesinden yapılma sezgilerimizdir.
Çeviri yani Translation yerine transliteration başka bir
alfabe ile yazma yöntemiyle açıklandığında Antik Yunan’da
‘μυστήριον’(musterion) kavramını dinî alandaki sırlar (mysters) için kullanır,
ancak ‘sır’lar için başka bir kelime olan ‘κρυπτός’[15] (kruptos) kavramına da sahiptir.
14.Yy’ın
sonlarında ilk kez “insanoğlunun kavrayışından veya anlayışından saklanmış
olan” anlamında ve 15. Yy.’ın sonlarında “genel bilinmekten saklanmış olan”
anlamında kullanılmış olup Latince ‘secretum” kavramıyla karşılanan ‘se’, yani;
kendi, kendine, olmadan bir yana” anlamlarına gelen ek ile ‘cernere’ yani; kökü "elemek", dolayısıyla
"ayrım yapmak, ayırt etmek" anlamına gelen kökün bir araya
getirilmesiyle oluşturulmuş bir kavramdır. Dolayısıyla “bir yana ayırt etmek”
veya kendini (bilinenlerden) ayırt etmek” olarak da çevrilebilir. Latince’de ‘concelare’ kavramından gelen
kavram da İngilizce’de conceal olarak karşılık bulmuştur ve con, yani birlikte
yapılan ön eki ile celare yani saklamak gizlemek anlamına gelen kavramın bir
araya gelmesiyle bir şeyi birlikte saklamak anlamına karşılık gelir.
Peki ya aynadaki sır nedir?
İlk
zamanlarda parlatılmış metalden yapılırken sonraları karşısındaki şeylerin
görüntüsünü aksettiren, yansıtan genellikle camdan yapılan levhadır. Ayna,
arkası sırlanmış camdan oluşmaktadır. Aslında arkasındakini gösteren ve
gizlemeyen cam sırlanma denen işlemle bir yüzü kaplandığında artık sadece bakan
kişiyi yansıtan ve ardını göstermeyene dönüşür.
Kalemini toprağa gömer[16] Agabu,
bir daha bulunmamacasına, oysa şairler kilden tabletlere yazdığı şiirleri
toprağa gömer bir gün birilerinin onu bulup okuması yeniden yaşatacaktır ona
ait duyguları.
Gaveleana menekşelerinin acı, mor kokusunu alır bahçeden.
"Gaveleand menekşesi ancak kadınların elinden su içen doğanın sihirli
çiçeklerinden biri". Kokusunu erkeklere verir ama onlar tarafından
sulanmak istemez bu bitki. Lalelu’nun bahçesinde de görür, koklar Gaveleana
menekşelerini Gamenn.[17] Lalelu
da güçlü, şair, çiçeklere özel eli olan, güvercin yetiştiricisi ve güzel bir
kadındır.
Şiir
Nedir?
Ne
kadar iyi şair olursanız olun şiiriniz herkesin aklına ruhuna ve kalbine
dokunmayabilir. Bu şairin suçu değildir. Kendilerine ait hayalleri olmayanlar
şairlerinkini de göremezler.
Görünmez
bir mürekkeple yazılanlarda kirli meraklardan ve alenen ortaya serilmeyecek
mahremiyetle özenle gizlenen anlamdır.
Adlandırdığımızın
var, işaretlediğimizin kader ve bunları bir araya getirişimizle yeni dünyalar
kurdukça eski zamanların kumdan kaleler yapıp bozan Tanrıları gibidirler.
Herkesin bilmediği ve dile getiremediği kelimelerle büyü yapılabiliyorsa şair
büyücüdür.
Geçmişi
ve şimdiyi kadar geleceği de kucaklayan bir anlam yaratıcısı da olsa olsa
kâhindir. Şair de dilin altındaki gömülü hazineyi yani sözcükleri bulup
çıkartan madenci gibidir.[18]
Yeraltındakini yerküreye armağan eden dilsiz hakikatlerde gezinir. Bu
sözcüklerden yeni hayatlar ve evrenler kurmakla şair, Tanrısıdır düşler
evreninin.
Tüm
yollar yolculuklar için. Denizde yol yok diyedir adımlarınız doğru yöne gider
mi bilinmez. Ağaç dağ çiçek nehir olayınca geriye sadece yıldızların yoldaşlığı
kalır da zaman yiter, uzaklık yiter orada.
Yolculuklar
yerküreyi birbirine yaklaştırmaz sadece, insanları da birbirine insanı da kendine
yaklaştırır. Yolculukların toplamı hayatsa yolların birbirleriyle üst üste alt
alta geçiştiği girift bir dokudur hayat.
Zaman
anların toplamı, yarı mecnun, yarı kâhin ve yarı şairlerin rüyalarıdır.
Uzak,
hiç duymadığı bir kokunun özlemiyle kavrulan bir yürekten sızan renktir ve en
çok da karanlıkta bir ve aynı görünen gölgeleri görünür görünür kılan renge
boğan ışıktır şiir.
Müziğin
ışığı, sesin rengi, rengin sesi, ışığın yuvası, duyguların ve hayallerin sessiz
dilidir
Kimisinde
var olan ruhunun uyak ve kafiyesiz derin anlamıdır
her
şeyi görmemizi sağlarken kendisi görünmez olandan, Işıktan doğandır,
ışık
oyunlarıdır ve evcilleştirmeden ışığı kendinin kılandır
Ölerek
birbirimize dönüşürken , anılarımız zamanın acımasızlığıyla birer birer
yiterken tutundurandır ruhları ve unutturandır yalnızlıklarını bir ân.
Hiç
görmediği denizi, hiç gitmediği limanları yazmak ve hiç düşmediği aşkı yaşamak
ve yaşatmaktır
Arada
bir nöbeti tutan uykudaki hummadır.
Zamandan
yazı yazıdan zaman yapmaktır.
Ertelene
ertelene sonsuzlaştırılandır yüreğinde zamanın hem geçmişi hem şimdiyi hem
geleceği taşıyansa Tanrılarla boy ölçüşür zamanda değil zamanı yaşamakla.
İç
ve dış yüzeyi özenle tabaklanıp cilalanmış, kapağında yalın soylu bir motif
işli dilsiz kağıtlara sıkıştırılandır defterlerde. O kağıtlar ki, yeryüzünün en
yaşlı ağacının etinden ve yaban hayvanlarının teninden yapılma bir bedene can
veren ruhtur şiir.
Göğünde
tesadüf kuşları uçarken, sığdırmaya çalıştığı doğa ve yeryüzü sayfalara
sığmayandır.
Bir
isim koymaktır mesela. hiç bir örneği olmasın diye bile isteye sakatlanmış bir
kelimelerden devşirilmiş bir anagramıdır.
Ne kadar iyi şair olursanız olun şiiriniz herkesin aklına
ruhuna ve kalbine dokunmayabilir. Bu şairin suçu değildir. Kendilerine ait
hayalleri olmayanlar şairlerinkini de göremezler.[19]
İlk
basımı 2001’de yapılan Şairin Romanı
kitabı şiir ve şairlik ana teması etrafında döner. Romanda olaylar, Anakara
denilen ütopik bir beldede geçer. Bu belde modern hayattan çok uzak bir şekilde
tasarlanmıştır. Anakara’da modern hayatı çağrıştıracak neredeyse hiçbir şey bulunmaz.
Buradaki kültür daha çok pagan kültürünü hatırlatır. Tasvir edilen kültürde
şiir ve şairlere önem verilir, iyi şiir yazmak kişiye büyük bir itibar
kazandırır, düzenlenen şenliklerde şairler hünerlerini gösterirler. Şiir
şenliklerinde şiir hakkında konuşmalar yapılır, saygı gösterilen şairlerin
heykelleri tepelere veya meydanlara dikilir, beğenilen şiirler kalelerin
burçlarına asılır. Mungan’ın dünya görüşü ve poetik fikirleri göz önünde
bulundurulursa Şairin Romanı’nda, hayalini
kurduğu toplumu anlattığı fark edilir.[20]
Bendag,
bir ressamın dikkati ile ışığı kollar, çünkü ona göre şiir ışıktan doğar.
Şiirin kendisini zamana ait kıldığını bildiğinden şiiri salt bir uğraş olarak
görmez; varoluşunu gerçekleştirdiği bir düzlem olarak görür. Bir şairin hem iyi
görmesi hem de iyi duyması gerektiğini düşünür. Çünkü şiirde imajları kullanmak
kadar sesleri de kullanmak gerekir. Bir şair sadece doğduğu topraklara seslenmemelidir;
yabancı iklimlere sesini duyurabilmelidir. Şair, yeni sözcükler bularak kendine
yeni yollar açmalıdır. Bilge şair Bendag’ın şiir ve şairlik hakkındaki düşünceleri
birçok açıdan Mungan’ın poetik görüşlerini kendisine söylettiği kişi gibidir.
Yazar Hakkında:
Murathan
Mungan;
“Her yerde hep iğreti, hep yabancı, hep sürgün gibi duran
benim, yıllardır içimde yaralı bir hayvan gibi saklanan yalnızlığımı büyütmüştü
bu ‘üvey’ kimliğiyle hayatımı damgalayan yeni gerçek. Sonrasında kabaca
söylersek: Hayattan kaçtım, sanata sığındım. Yazı’yı evlat edindim, okurları
akraba…”[21]
sözleriyle
edebî kişiliğinin geçmiş hayatında yaşadıklarıyla şekillendiğini belirtir. Annesinin
öz annesi olmadığını öğrenmesi, hayatındaki önemli dönüm noktalarından biridir.
Öyle ki bu durum, Mungan’a “eğreti olma” hissini yaşatır. Bunun neticesinde de
hayatı boyunca üzerindeki üvey olma kimliğini atamaz ve ruh dünyasındaki
yabancılığı ya da eğretiliği, edebiyata sığınarak yazıyla yenmeye çalışır.[22] metinler arası yolculuk olarak
değerlendirdiği eserlerinde yolculuğun olası gizlerini, saklı işaretlerini ya
da dönüşümlü simgelerini, gerekli konaklama yerlerine ve yol ayrımlarına
bırakıp okurun bunları bulmasını ister.[23] Anlattığı çoğu okura iç içe geçmiş hikâyeler
gibi gelir burada pek çok yolculuk göze çarpar. Oysa yazar, yolculuğun hikâyelerinin
toplamı üstünden hayatların bir yolculuk olduğunu anlatmak ister gibidir.
Üzerinde
on beş yıl çalıştığı Şairin Romanı
isimli eserinin türü için “fantezi roman” diyen Murathan Mungan, eserinde roman
formunu kullanarak şiire dair görüşlerini açıklar. Yani kurmaca metnin
merkezine şiir sanatını yerleştirerek bir bakıma kendi poetikasını oluşturur.
Mungan’ın
“şiirin, romanın, edebiyatın öldüğü, giderek yazılı kültürün
bile tükenmekte olduğu her şeyin görselliğe indirgendiği bir çağda, dilin kadim
sanatı şiire, roman aracılığıyla bir saygı duruşu”[24]
olarak tanımladığı Şairin Romanı, “anlatımıyla,
hikâyesiyle, meselesiyle yalnızca yazarın başyapıtı değil, türün de en iyi
örneklerinden biridir.” (Erciyes 2015). Romanın yapısal çözümlemesine geçmeden
önce yapısalcılık hakkında kısaca bilgi vermek yerinde olacaktır:
Murathan
Mungan, romanında şairlerin hayatı şiirle anlamlandırma ve bu yolculuklarında
kendi benliklerine ulaşmalarına değinir. Şairleri hedef alarak öldüren bir
katilin yolculuğuna da yer veren sanatkâr, bununla hem fantastik edebiyat ile
polisiye romanı birleştirir hem de şiirin öldüğü ya da ölmekte olduğu
yaklaşımına gönderme yapar. Öyle ki Cem Erciyes’le yaptığı röportajda şiirin
sadece insanların zayıf anlarında, âşık olduklarında ya da marazi zamanlarında
sığındıkları bir sanat değil, düpedüz varoluşun parçası olduğunu hatırlatarak
romanını şiirin ölmekte olduğu söylentisini ironik bir dille eleştirmek
amacıyla da yazdığını ifade eder (Erciyes 2011).
Edebiyat
teorisi üzerine yapılan çalışmaların tarihi, neredeyse yazılı edebiyatın tarihi
kadar eskidir. Şairler, yazarlar ve edebiyatçılar bir taraftan sanatsal bir
üretim içerisinde olurken; öte taraftan sanat eserinin içeriğini, yapısını,
tekniğini ve oluşumunu açıklamaya çalışan teorik çalışmalar üretirler. Bu
teorik çalışmaların en önemlisi de tarih boyunca farklı anlamlar kazanan poetikadır.
Önceleri Aristoteles’in aynı zamanda türün ilk örneği olan Poetika’sından
hareketle trajedi ve destan türlerinin temel özelliklerinin ve bileşenlerinin ortaya
konmasına dayanan poetik çalışmaların çerçevesi; sonraları daha çok şiirle
sınırlandırılır. Özellikle 19. yüzyıldan sonra bu yönü daha da belirginleşen
poetika kavramı, şiiri genel anlamda kavrayan, onun biçimini, muhteviyatını,
üslubunu, estetiğini kapsayan konuları belli bir örneğe bağlı kalmaksızın irdeleyen
bir bilgi dalına dönüşür. Bu bağlamda birçok şair, şiire dair fikirlerini, şiir
anlayışlarını yansıtan poetikalar kaleme alır. Bu poetikalar, kimi zaman şairin
poetik fikirlerini yazdığı şiirler aracılığıyla dile getirmek istemesi sebebiyle
manzum; kimi zaman teorik bir çerçeve oluşturma gayesiyle mensur bir karakter taşıyabilir.
İşte bu teorik bağlam içerisinde Çağdaş Türk Edebiyatının önemli kalemlerinden Murathan
Mungan, Şairin Romanı adlı eseriyle
poetik metinlere farklı bir boyut kazandırır. Çünkü Türk Edebiyatında belki de
ilk kez bir şair, poetikasını yazdığı bir roman üzerinden açıklar, okurla
paylaşır. Neticede fantastik, ütopik ve polisiye roman havası taşıyan Şairin Romanı, aynı zamanda şiir
sanatını merkezine alan, şiirin yapısal, varoluşsal ve teknik meselelerine
çeşitli vesilelerle değinen avangart bir poetik-roman olarak okunabilir.
Esin ve İmza Hakkında:
Antik Yunan’da sahip olunan dinsel
görüşlerin mitoslar ile yakından ilgisi vardır. Tanrılar, Antik Yunanlılara
göre kosmosun dışında veya üstünde olmayan bir konuma ve anlama sahipti. Onlar
yaratıcı değil düzenleyici ve düzen koruyucudurlar. Neredeyse her yurttaşın
bilmeyi bir yurttaşlık görevi olarak gördüğü mitolojiler, eğitimin olmazsa
olmazlarındandı ve her dinsel ya da ulusal bayramda kendisinin ezberden
okunduğu, coşkunun bir sel olup aktığı anlarda olduğu kadar müstesna, sıradan
her yurttaşın konuşurken kendisine gönderimde bulunduğu ve karşısındakilerin
biliyor farz edildiği kadar tanıdık bir değere sahipti. Mitik söz, her şeyden
önce yazılı değil, sözlü kültüre aittir. Ozanın sözlü olarak naklettiği
destanlar, yalnızca ozanın bireysel yaratmaları ve hayal gücü ürünleri değil,
esasen bütün topluluğun ortak ürünü olarak üzerinde uzlaştığı belli inanışların
belli bir kültürün ve nihayet ortak yaşanmışlıkların eseridir. Ozanın işlevi bu
anlatılanları kendi geleneği içerisinde bir önceki kuşaktan devralmak, kendi
zihni içinde korumak ve kendinden sonraki kuşaklara devretmektir. Bu yüzden,
Hesiodos ve Homeros’ta karşılaştığımız Tanrılar olsun, kahramanlar olsun, tüm
karakterler, dinleyici topluluğunun yabancısı değildirler. Ozan, topluluğa tam
da bizzat o topluluğun bildiği, inandığı, tanıdığı şeyleri; yani bizzat o
topluluğun kendisinin ne olduğunu hatırlatmak ve nakletmek görevini üstlenmiştir.
Böyle düşünüldüğünde “ozanın naklettiği söz”, onun ölümlü ve sonlu, gelip
geçici ve olumsal, unutkan ve yanılabilir bireysel varlığına ait değildir.
Ozanın sözü; ezelî, ebedî, kalıcı, Tanrısal ve kutsal Söz’dür. Topluluğun kendi
ortak hafıza Tanrıçası Mnemosyne’nin kızları Mousalar, mitik anlatımda
toplumsal olarak kabul edilen bu ilahi aracılık rolünü oynarlar. Mousalar,
ozanın söylediği sözün esinleyicisi; yani ilk ve asıl kaynağı olduğu gibi, aynı
zamanda garantörleridirler. Çünkü onların bu toplulukça paylaşılan
garantörlükleri olmasaydı, ozanın sözü, bir meczubun, bir çılgının ya da bir
yalancının sözünden ayırt etmemizin imkânı olmazdı. Bu nedenlerden dolayı
nakledilen söz, Tanrısal ve imzasızdır. İmza atmak, topluma ait olanı
bireyselliğine mal etmektir ki bu, hem bir suç hem bir gasp hem kendini
bilmemek hem bir günah hem de kendini gülünç duruma düşürmektir.[25] Bu noktada anlatanın,
anlatılanların bir vesilesi olduğu ortaya çıkar. Ancak bir vesile olarak
kendilerinin ağzından aktarılmasına izin verecek esin perilerine eserlerinin
giriş kısmında yalvarıp onlara övgüler düzerler. Nitekim bunlar ozanın sözünün
hakikat ve nesnellik değeri taşımasının kaynağıdır. Şairler de modern dünyanın
tersine bu romanda şiirlerine imza atmazlar.
Şiir Hakkında:
Şiir, bir anlamın semboller, ritimli sözler ve uyumlu sesler
yardımıyla aktarma eylemi, ifade biçimidir. Nasıl ki bir şarkı ruhta bir etki
yaratırsa sözlerin ritmi de bir duygu ve anlam yaratarak şairin bize
söcüklerden çok daha d-fazlasını aktarmasını sağlar. Tasavvuf veya Sûfilik’te
şiir, derin bir felsefenin arka plan oluşturduğu varlık ve mertebeleri
anlayışının da tezahürüdür. “görünürler alemi” …içerisinde bulunduğumuz bu
maddi varlık planı, bir özün ve bir mânânın bir biçim ve bir surete büründüğü
yer olarak tasavvur edilmektedir. Bir başka deyişle yatay ve dikeyin, iç ile
dışın zahir ile bâtının mevcûd olduğu yer olduğu için ikân alemi, tezür alemi,
zuhur alemi olarak da biliinir. Değişmez öz olanla değişen kabuk arasındaki
ilişkinin dildeki yansıması da aralarındaki ilişkiyi yansıtacak biçimde
ilineksel, izafi ve arizi olacaktır.[26] Dil, bütünüyle kuşatması mümkün olmayan hakikate ulaşmada
semboller, işaretler, açık veya örtük benzetmeler, eğretilemeler, misaller kullanarak
“işaret etmeye” yarayan bir araçtır. O halde asıl anlam(mânâ) ruh ise onun
bedeni kelimeler olacaktır. İbn Arabî şiiri ‘kısa, öz’ (icmal) manasında
“uzunca anlatım”ın tam zıddı olarak konumlandırır. Şiir aynı kökten gelen
‘şuûr’ daha çok ilim ile ilgili etkinliktir ve şuurun doğası gereği ibham yani
kapalılık bulunduğundan uzun olamaz. Madem ki şiir şûur kökünden gelir, o halde
şiir etraflıca, detaylı, açıklayarak anlatma anlamlarına gel tafsil değil icmal
yeridir. Bu nedenle icmal, rumuz kullanma (remz), bilmece yapma (lugaz) ve
başka mâna kastetme (tevriye) yeridir. Bu nedenle de yüksek irfanla ilgili
konularda sadece ehline vermek istediği, dışa kapalı, açıklarken gizlediği,
şeklini de nesirden nazma çevirdiği bir gizemli hermetik bir dil yaratır. Kur’an’daki
Yâsin Suresinde “Biz sana şiiri öğretmedik, sana gerekmez” ifadesinin kökeninde
Peygamberi açıklayıcı (mübeyyin) ve açıcı (mufassıl) olarak göndermesi amacı
yer alır. Arabi eserlerindeki onca şiire karşın şair olmadığını belirtmesinin
nedeni şuara Suresinde 224. Ayetinde “Şairlere, yoldan sapanlar uyar.” Denmesi
ve esin perilerinin etkisiyle kendinden geçen kimselerin güzel ve tkileyici
sözlerle haikat olmayan şeyleri hakikat şekli vererek insanları yalanlarla
kandırabilmesidir. Akla değil sezgiye dayanan sözlerden oluşan cümleler
açıklanması imkânsız deli saçması ve makul olmayan yani aklın kavrayamayacağı bağıntısızlıklardır.
Peygamberler bu nedenle herkesin ortak dil ve kavramlarına işaret eden meseller
anlatarak misal ya da emsal olan Hakikati, doğrudan kavranamayacak olan
Tanrı’yı metaforlarla buldurmak isterler.
Biz varlığı, varlığın katmanları arasında en mükemmel
tezahürü olan “insan”a bakarak tanıyabiliriz. O halde insan önce kendini
bilmeli, bildiğinde ardından geri kalanlar kendilerini gösterecekler ve
Tanrı’nın aynası olarak hakikati yansıtacaklardır. Burada kendini bilmek,
manevi eğitimle tekâmül etmiş, olgunlaşmış “insân-ı kâmil”’dir. Bu bilme “bir
yolculuk”tur ve burada bir yol gösteren ustaya çıraklık ederek, bir üstada yani
otoriteye gönüllülükle boyun eğerek gerçekleştirebilir. Bu fikrin Antik Yunan
felsefesinden hayli etkilenmiş İslam felsefesinin ürünü olduğu açıktır.
Aristoteles de bilgi derken tıpkı Platon gibi hakikatin
bilgisinden bahsederken episteme
değil, gnosis edimini kullanır. Çünkü
onun birincil öncüller dediği prensiplerdir ve bunların sayısı ne kadar az
olursa, ispatsız kabul edilmeleri o kadar kolaylaşacaktır.[27]
Çünkü işaret ettiği üzere; bir ilk ilke kendinden açık ve kendisinden diğer
dedüktif yöntemle çıkarsanabilmesi için bunların ispattan müstesna kılınmaları gereklidir,
ki bu ilkeler eğer ispata kalkışılırsa bunları açıklayıcı yeni ilkeler
gereklidir ve bu ilkeleri açıklayıcı ilkeleri açıklayacak yeni ilkelerin sunumu
ad infinutum sürdürülmelidir; oysa bu
imkansızdır. O halde bu ilksel bilgiler episteme
değil gnosis niteliğinde olmalıdır.
Şairin Romanı’nda
şairler deyim yerindeyse bir Antik Yunan Geleneğine uygun bir okulda, Skolastik
bir Cizvit manastırında ve hatta Sufi geleneklerine uygun bir dergâhta nefis
eğitimi alırcasına fiziksel olarak dış dünyada ancak ruhani olarak içsel
yolculuklara çıkan ve yolculuklarında kendileriyle, varlıklarının karanlık yanını
temsil eden gölgeleriyle karşılaşarak sınanan öğrenciler gibidirler.
Hayatın ve ölümün anlamı, var
olmanın gayesi gibi varoluşsal konular insanlığın öteden beri kafasını
kurcalamıştır. Dinler bu konular hakkında ayrıntılı açıklamalar yapmalarına
karşın modern insan, dinlerin açıklamalarına çoğu zaman itibar etmez. Varoluşçu
felsefe büyük ölçüde varlığı din dışı bir bakış ile açıklamaya çalışır. Bireyin
düşünme edimi ile hayatın ve ölümün anlamını kavrayacağını ileri süren
varoluşçu düşünürler, varlığı yine varlıkta anlamlandırmaya çalışırlar.
Varoluşçuluğun izlerinin görüldüğü çoğu romanda din dışı bir bakış ile varoluş
konusuna değinildiğine şahit olunur. Murathan Mungan’ın Şairin Romanı bireysel varoluş konusuna değinen bir romandır.
Mungan, eserlerinde var olmayı ve bir kimlik sahibi olmayı bir tür problem
olarak işler. Fantastik, ütopik, polisiye türünde yazılan Şairin Romanı’nda da bireysel varoluş öne çıkan temalardan biridir.
Romanın başkahramanı olarak beliren bilge şair Bendag, elli yıl önce şiir
şenliklerinde şiir yazmayı aniden bırakır ve uzun bir yolculuğa çıkar. Bu çalışmanın
amacı, Şairin Romanı’ndaki
kahramanlardan bilge şair Bendag’ın varoluşsal sorunlarını inceleyip bu
sorunların romanın kurgusu ile olan bağını çözümlemektir. Tespitler varoluşçu
felsefeye göre yorumlanıp açıklanmıştır. Özellikle (Heidegger ve Sartre gibi
XX. yüzyılın önde gelen varoluşçu düşünürlerin hayata, ölüme, varoluşa
bakışları dikkate alınarak bilge şair Bendag’ın varoluş problemleri ele
alınmıştır.[28]
“İnsanoğlunun yaşamda en geç
keşfettiği şey şimdiki zamandı. İnsan içinde yaşadığı ânı derinleştirmeyi
zamanla, yani zamanı azaldıkça öğreniyordu.”[29]
Şairin Romanı modern zamanların bir masalı olarak şiiri
yaşayan bir toplumun masalını anlatırken aslında alegorik veya ironik tarzda
modern dünyanın bir kritiğini, eleştirisini yapar.
Son Söz:
Hayat kimilerine göre görünen, kimilerine göre ise görünenin
ardındakidir. İlki yani hayatı göründüğü gibi olduğuna inanlar, önüne geleni
yaşar ve hayat; her ne kadar ilgilenmese de; onlar için başına gelenlerin
toplamıdır. İkincisine inanalar içinse hayat göründüğünden ibaret değildir,
hatta derin ve çok anlamlıdır. Anlam, katmanlarda gizlidir ve görünen daima
gerçeğin önünde veya gerçekle arasında duran bir şey olduğundan kendisine itibar
edilmemesi, kendisine sarılıp yaşanmaması gerekenle ilişkiye girdiğimizde
ortaya çıkar. Anlam orada duraduran katı bir şey olmaktan çok durmaksızın
değişen, kendisine sirayet edildikçe derinleşip renklenen bir şeydir. Anlam,
hayatın yüzeyinde ve sürgit veya sonsuz tekrarlardan ziyade tekrarlaması nadide
olan ve hatta tekrarı olmayanların birbirlerine yaklaşıp uzaklaşmaları ve kimi
zaman da birbirlerinin altından, üstünden, yanından, yöresinden geçenlerin
oluşturduğu girift bir dokudur. Nihayet anlam, bize verili olanlarla
yetinmeyenlerin ruhunu doyuran gıda, beş duyunun sayesinde elde edilen bilgiye
nazaran ansızın ve aracısız olduğunda var olan şeydir.
NOT: Umarım okuyucu konudan konuya geçip
durduğum için beni bağışlar. Kitabın ruhuna uygun bir yazı oldu böylelikle
aslında.
Kaynakça:
1.
A Greek-English Lexicon, Henry George Liddell, Robert Scott,
2. Ayşe ARMAN ile Mungan, Murathan’ın, ”Hayat Yalan Olduğunda
Güzel” röportajından, 10.04.2011 Hürriyet ( https://www.hurriyet.com.tr/hayat-yalan-oldugunda-guzel-17507309 )
3. BİNGÖL, Ulaş, “Şairin
Romanı Yahut Şairin Varoluşu „ Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları,
Temmuz-Aralık 2017/9:18(42-58)
4. Cogito Sayı:38 "Şiir",YKY, 2004
5. ERALP, Vehbi, Felsefe Arkhivi, “Prensipler ve Bazı Mantık
Prensipleri”, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul, Yıl: 1972
6. Ertuğ, Füsun, “Bir Etnobotanikçinin Gözüyle Şairin Romanı”, 20 Ekim 2011- 15 Şubat
2012
7. Gönüllü, A.B.(2018) “Şairin Sırrı”Arka Kapak Kitap ve Kültür
Dergisi“Dosya konusu Orhan Veli”, Eylül 2018 Sayı:36, s. 34-35
8. MUNGAN, Murathan (Ağustos 2005). “Hâlâ Sokağa Çıkmak İçin
Yazı Yazan Bir Çocuğum”, Milliyet Sanat, 96-99
9. MUNGAN, Murathan (2010). Metinler Kitabı, İstanbul: Metis
Yayınları
10. MUNGAN, Murathan, Şairin
Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)
11. KILIÇ,
Mahmut Erol, “sûfi şirrinin poetikası”, Cogito Şiir Sayısı: 38/ 2004, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul
12. KIRGIZ,
Şenay, “Joseph Campbell’in Monomit Kuramı Üzerine Bir Çalışma: Siegfried’in
Sonsuz Yolculuğu”, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 86,
Aralık 2018, s. 107-120
13. YAZBAHAR,
Zehra, “Murathan Mungan’ın Şairin Romanı
İsimli Eserinin Yapısalcı Metodoloji Çerçevesinde İncelenmesi”, Mavi Atlas,
7(2)/2019: 28-53
[1] Mungan, Murathan’ın Ayşe ARMAN ile , „Hayat Yalan
Olduğunda Güzel“ röportajından, 10.04.2011 Hürriyet ( https://www.hurriyet.com.tr/hayat-yalan-oldugunda-guzel-17507309 )
[2] https://news.uchicago.edu/story/researchers-image-entire-mouse-brain-first-time
[3] https://peyzax.com/hayat-agaci-baobab/
[4] Mungan, Murathan, Şairin
Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 293
[5] KIRGIZ, Şenay, “Joseph
Campbell’in Monomit Kuramı Üzerine Bir Çalışma: Siegfried’in Sonsuz Yolculuğu”,
Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 86, Aralık 2018, s. 107-120,
s.117.
[6] KIRGIZ, Şenay, “Joseph Campbell’in Monomit Kuramı Üzerine
Bir Çalışma: Siegfried’in Sonsuz Yolculuğu” s.110.
[7] Mungan, Murathan, Şairin
Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 352
[8] Mungan, Murathan, Şairin
Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 165
[9] Gönüllü, A.B.(2018) “Şairin Sırrı”Arka Kapak Kitap ve
Kültür Dergisi“Dosya konusu Orhan Veli”, Eylül 2018 Sayı:36, s. 34-35
[10] Mungan, Murathan, Şairin
Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 421
[11] Mungan, Murathan, Şairin
Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 127
[12] Mungan, Murathan, Şairin
Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 117
[13] Mungan, Murathan, Şairin
Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 11
[14] Mungan, Murathan, Şairin
Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 162
[15] ‘κρυπτός’, Henry George Liddell, Robert Scott, A
Greek-English Lexicon
[16] Mungan, Murathan, Şairin
Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 271
[17] Ertuğ, Füsun, “Bir Etnobotanikçinin Gözüyle Şairin Romanı”, 20 Ekim 2011- 15 Şubat
2012
[18] Mungan, Murathan, Şairin
Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 127
[19] Mungan, Murathan, Şairin
Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 117
[20] BİNGÖL, Ulaş, “Şairin
Romanı Yahut Şairin Varoluşu „ Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları,
Temmuz-Aralık 2017/9:18(42-58), s.47
[21] MUNGAN, Murathan (Ağustos 2005). “Hâlâ Sokağa Çıkmak İçin
Yazı Yazan Bir Çocuğum”, Milliyet Sanat, 96-99,
[22] YAZBAHAR, Zehra, “Murathan Mungan’ın Şairin Romanı İsimli Eserinin Yapısalcı Metodoloji
Çerçevesinde İncelenmesi”, Mavi Atlas, 7(2)/2019: 28-53, s.29
[23] MUNGAN, Murathan (2010). Metinler Kitabı, İstanbul: Metis
Yayınları, s.8.
[24] Erciyes 2011
[25] Acaba Platon bu nedenle mi kendi ismiyle, kişiliğiyle
konuşmaz, eserlerine imza atmaz?
[26] Kılıç Mahmut Erol, “sûfi şirrinin poetikası”, Cogito Şiir
Sayısı: 38/ 2004, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.84.
[27], Eralp, Vehbi, Felsefe Arkhivi“Prensipler ve Bazı Mantık Prensipleri”,
Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul, Yıl: 1972, Sayı:18, s. 1-10
[28] BİNGÖL,
Ulaş, “Şairin Romanı Yahut Şairin
Varoluşu „ Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Temmuz-Aralık 2017/9:18(42-58)
[29] Mungan, Murathan, Şairin
Romanı, Metis Yayınları, 2011, İstanbul, dördüncü basım (2021)s. 10
Yorumlar
Yorum Gönder