Faust'ta gizli piktogramlar
Bu heykel hristiyanlık dünyasında "the Mater Dolorosa" olarak bilinir. ama daha önemlisi bu figür;" Goethe nin 63 yılda yazdığı söylenen Faust'ta 18. bölümünün de arka planını süsler. Bu kitabında bir filozofun yeryüzünde çektiği acı ve yaşadığı tradjedinin Meryem ile koşut olduğunu iddia eder gibidir. işte 18. bölümün kahramanı Margaret'tir. ( Goethe’nin genclik yıllarında, çocuğunu öldürdürdüğü icin asılan Susane Margaretha Brandt’in infazına tanık olduğu ve kadının savunmasında içine giren şeytan nedeniyle bu cinayeti işlediğini itiraf eden kişiye ithaf etmiştir) son sözlerinde kendisini yaşamın ve ölümün kirinden kurtarmalarını ister. Oysa insanoğlunun hayvandan farkı ihtiyacından fazla yemesi, susadığından fazla içmesi ve her daim aşık oluşudur."
Tanrı’yla Faust’u baştan çıkarabileceğine dair iddiaya giren Mephisto, Faust’un yanına gelir. Bilgiye duyduğu açlığın dinmeyeceğine ve dünyadaki hiçbir şeyin onu doyuramayacağına inandığı için şeytanla anlasma yapmayı Faust ister. Bu dünyada Mephisto onun her istediğini yapacak; fakat sonunda yaşadığı mutluluklardan tatmin olursa ruhu .Mephisto’ya hizmet edecektir.;ver elini o halde. eğer o ana ''dur geçme, ne kadar güzelsin''* diyecek olursam, beni artık zincirlere bağlayabilirsin. o zaman mahvolmaya hazırım. artık ölüm çanlarım çalabilir. sen de görevini bitirmiş olursun. artık saat vurabilir, yelkovan düşebilir, benim için vakit tamam olabilir.' Faust ile Mefisto arasındaki gizli antlaşma ama tıpkı ölümsüzler arasında tanrı olmaktansa ölümlüler arasında köle olmayı tercih eden Akhilleus gibi ölümlü olmayı, acıyı, mutsuzluğu seçer ve şeytanın cennetine kendi cehennemini tercih eder. Faust'ta şöyle der;
"kağıt, kutsal bir pınardır değil mi?
bir içimi susuzluğu gideren sonsuzca
gidermedin demektir susuzluğunu,
senin özünden fışkırmıyorsa bu pınar.
Ayrıca bir de...
"ışık, biraz daha ışık..."
demiş Goethe
ölmeden önce,
ki Faust, zamanında
şeytanla bahse tutuştuğunda,
hani var ya
şu ruhunu ortaya koyduğu bahis canım,
o zamanlar
güneş parlağının hiçbir ışığı
kara ruhunun kara pencerelerini delip de
giremiyormuştu içeriye,
hem Faust'un,
hem Goethe'nin...
yıllar sonra, kökleri sancıyan,
uzaklarda yalnız bir adam
not düşecekti defterine:
"sıkı sıkıya kapadığım pencerelerden
girmeyecekse hiç gün ışığı
aleve vermeli ortalığı.
cesaret bir anlık sabırdır."
Platon'a göre ruh doğmazdan önce temas halinde olduğu ideaları hatırlar(anamnesis) . bu hatırlama yöntemi felsefi diayalektik ya da daha doğrusu diyalektike anamnesis olmalıdır. bu mantıksal olmaktan çok dinsel mistik bir yöntemdir ve hatırladığı bilgi duyusal olanın kaynaklık ettiği epistemeden ziyade ezeli ebedi ve değişmez olanı konu alan gnosis olmalıdır. evet episteme de felsefeye kaynaklık edecek ve onsuz bilgiden söz etmek afaki olacaktır; ancak buradaki bilme edimi, hakiki olana eriştiğimizde atılacak bir merdiven olmaktan öte bir anlam ve değeri olmayan bilgidir. Platon, Phaidon ve Devlet'te betimlediği şekliyle diyalektike yöntemi bir hipotezden hareketle henüz hipotez haline getirilmemiş bir arkhe'ye doğru geriye doğru (dolayısıyla bizi sonuca ya da sonuçlara götürecek nedir? sorusu yerine nasıl? sorusunu sormalıdır. Fakat aynı zamanda bu kaynağını dışarıda arayacağımız bir araştırma olamayacağından; çünkü doğada nedir sorusunu yanıtlamayı sağlayacak tanıtlamaları dışarıda bulmak/göstermek mümkündür ancak bir neden araştırması olarak çıktığımız yolda akılsal çıkarımlara dayalı olarak 'neden-etki'den uzaklaşıp 'sebep-sonuç' bize yol gösterecekse o halde bu bir retrospektif, diskürsif, ve içsel bir araştırma olacaktır. Nitekim bu bir öz değil töz araştırması olacaktır: Öyleyse, Platon'a göre diyalektik, "mükemmeli (yetkin) arayan düşüncenin kanunlarından başka bir şey değildir". Bu böyle olunca da, yetkinlik (perfection=kemal) olan Yüce Iyilik fikir (Hayr-ı ala)i bulduğu zaman, duracaktır; başka bir deyimle, bu diyalektik iş, İyliğin ne olduğunu bilmekle, bu bilgiye ulaşmakla, kısacası , tarifle bitecektir. Bilindiği üzere, tarif bize nesnelerin "öz" ünü vermektedir. Çünkü: "tarif, nesnelerin ne olduğuna cevap vermek" zorundadır (Phaidros, 265 d). (http://kitaplar.ankara.edu.tr/dosyalar/pdf/659.pdf bu kitabı da mutlaka ama mutlaka okumalısınız)
Kozmogonilerde
temel hareket ettirici olarak Tanrılardan bile önce var olan ancak gece,
gündüz, yer, gök gibi varlıkların tersine Eros bir güçtür. bu şeyleri
birleştirerek başka şeylerin ve tanrılar soyunun doğmasına, oluşmasına vesile olandır. Antik Yunanca etimolojik kökenleri
araştırıldığında;
Eros:
Sevmek, arzulamak, aşık olmak, özlemek
Eron:
Aşık (olan)
Eromene:
Aşık olunan (Maşuk)
Eromai:
sormak, aramak, araştırmak, peşine takılıp arayıp sormak, soruşturmak,
danışmak, dilemek, yalvarmak.
Erotikos:
Aşka arzuya ilişkin veya Eros'un yol açtığı şey, aşka müptela
Erotoploeo:
Aşkın deryasına dalmak
Sokrates'e şölen diyaloğunda
"Erotikos" diye seslenilmesi de manidardır. O halde şu çıkarım mümkün
olur: "Bildiğim tek şey hiçbirşey bilmediğimdir" diyen ve Platon'a
"kendini bil" düsturunu
içselleştiren kişi, basitçe fiziksel haz peşinde koşan biri olmaktan çok arzu
ile arzunun nesnesi, tutku ile tutkunun nesnesi ayrımını yapan ilk kişi
olduğuna göre . Aslında onu bilmeye yönelten Eros'un esiridir." Sokrates
benzerin benzerini bildiği bir evrende benzerin benzerini sevmesi olanağını da
görmez. Çünkü hali hazırda sahip olduğumuz bir şey için bir bilinmeze ve türlü
sıkıntıya yönelmenin açıklaması da güçtür. O halde Arzu ve onun sonucu olan aşk
bir yoksunluğun giderilmesine yönelik olmalıdır. İnsanın kendisinde eksikliğini
hissettiği ne ise maşuğunda gördükleri de çoğunlukla budur. Ancak bu şeyler
bizim bünyemize büsbütün benzemeyen tamamen ayrı varlık formlarına ait olan da
değildir. o halde aşk İyi olanı kendisinin kılma ve sonrasında İyi olanı
içselleştirmek yoluyla İyi olanla özdeş olma ölümlü dünyada insan hayatı
içerisinde ölümsüzlüğü tatmaktan, olmadığımız kadar güzel ve iyi olmaktan öte
değilse uyanıkken düş görmek ya da mutluluğun anlam ve derinlik kazanması değil
midir?
İzini sürdüğü şey onu bulmuş ve diğer tüm izleri silip zihninin başköşesine kurulmuştu. Aslında nasıl yeterince gizlenmemiş bir hayat yaşanmış sayılmıyorsa yeterince derin olmayan bir gizem de izi sürülmeye değer olmadığından gizler arasında adı okunmamalıydı.
Yorumlar
Yorum Gönder