OCKHAMLI WILLIAM
OCKHAMLI WILLIAM
YAŞAMI:
İngiltere’de
Ockham isimli küçük bir köyde 1280 yılında doğmuş olan William bir Fransisken
mezhebine ait manastırda eğitim aldı. Sonrasında Oxford Üniversitesinde teoloji
eğitimi almış ancak mezun olamamışsa da saygın ünvanlarla anılmıştır. Umberto
Eco’nun Gülün Adı romanında bahsettiği kişidir. Kilisenin mülk edinmesine karşı
çıkan anlayışı Paplık tarafından afarozuna kadar devam etmiştir. 1349 yılında
veba salgınında öldü.
FELSEFESİ:
Çağının düşünce
iklimi ve bu iklime yön veren dinamikleri anlaşılmadan hele hele bu döneme
damgasını vurmuş temel problemlerden olan tümeller problemi anlaşılmadan Ockhamlı
William tam olarak anlaşılamaz. [1]
Günümüzden
baktığımızda teolojinin felsefe ile en yüksek birlikteliğini tesis eden ortaçağ
entelektüellerinin yoğun olarak görülebildiği dönem olarak XIII. yüzyılı işaret
edebiliriz. Bir başka deyişle felsefenin teolojinin hizmetine girdiği dönem
anlamında Skolastiğin altın çağı XIII. yüzyıldır. Skolastik terimi felsefenin
yapıldığı okullarda öğretim yapan hocalara veya okullarda öğretilen bilgilere
sahip olanlara verilen isimdir.[2]
İlk üniversitelerin kurulduğu bu çağın “summalar
çağı” olarak adlandırılmasında bu dönemlerde karanlık metinlerin açıklanmasının
yapıldığı ve uzun metinlerin küçük, orta ve büyük özetlerinin yazıldığı tekrar
ve gözden geçirme etkinlikleri belirleyicidir. Bu dönemdeki bir diğer öne çıkan
etkinlik üniversitelerin desteklediği ve düzenlediği kimi zaman halka açık
olarak da gerçekleştirilen münazaralardır. Öğrenciler iki gruba ayrılır ve bir
tezin iki farklı savunucuları olarak tartışılan konuda diyalektiğin diğer
dallar olan gramer ve retorik arasından sıyrılarak öne çıkarak parlamaya başladığı
gözlenir. Ayrıca bu dönemle, ne olduğu kadar ve hatta kimi zaman ne olduğundan
bile önemli olanın nasıl savunulduğu fikri de olgunlaşmaktadır.
Aristoteles’in Arapça metinler arasında
Farabi, İbni Rüşt şerhleri, sentezleri Latin dünyasına ulaşmaya başlamakta;
fakat öte yandan Arap dil ve kültürünün etkilerinden sıyrılma çabaları Antik Yunancadan
Latinceye çevirileri hızlandırmaktadır.
Bu dönemde
tartışılan konular arasında “Entelektin Birliği” (akıl, zihin, idrak, muhakeme,
anlama, yargılama, akıl yürütme, karar verme, hafıza etkinliklerinin tamamını
kapsayan yeti anlamındaki Latince sözcük olan Intelligentia’dan türetilmiş bir kavramdır) Tek tek insanların
ruhlarının ölümsüzlüğünden ziyade ruhun ölümsüzlüğü savının temelde olduğu
fikirdir. Bu fikrin devamı olarak aslında ölümsüz olan entellekttir. Aklın faal
yönü ilahi akılla faaliyete geçebilen ve peygamberlerde mükemmel örneğini
gördüğümüz bir yönüdür. O, hakikat ile temas edebilen yanımız olarak son derece
önemlidir. Bu yeti sayesindedir ki tekiller
dünyasındaki tikel ve tümel imgeler kavranabilir ve kavramlaştırılabilir
olmaktadır. Tikel olan yani Sokrates insan türünün bir örneği olarak
ölümlüdür.” veya Oysa “insan türü insanlık denen “tür”. Sokrates bir gün ölecek
ama ondaki insanlık denen tümel, yani ölümsüz tarafı var olmaya devam
edecektir. İşte buradaki tümeller nerededir? Tümeller tartışması aslında bu dönemdeki dil,
mantık, düşünce ve varlık düzleminde gerçekleşen çalışma araştırmaların doğal
sonucudur. Bu tartışmada iki ana ekol ve yol gösterici olarak (Platon daha
doğrusu Plotinosçu Platon ile Aristoteles) iki büyük filozof kabul edilerek
taraftarlarının bunları karşılaştırdıkları hatta birbirleriyle uzlaştırmaya
çalıştıkları görülür. Tümeller tartışması skolastiğin bu denli ilgisini
çekmesinde elbette tümelller arasında en yüksek tümel veya tümellerin tümeli
olan Tanrı ve onun varlığı konularının konuşuluyor olması da etkendir. Ortaçağda
skolastik, Tanrı merkezli düşüncenin ismidir. Anselmus sadece Tanrı kavramından
hareketle Tanrının varlığına varır. Aquinalı Thomas, Anselmus, Abelardus,
Albertus Magnus, Augustinus tümeller üzerine düşünmüş, dış dünyayı konu
edinmemişlerdir. Deyim yerindeyse entellektüellerin gözleri bu dönemde sadece
Tanrısal olanı aramış, dünyevi olandan uzaklaşmıştır.Hatta bugünkü evrensel
insan hakları yasası veya doğa yasası ile ilahî yasa ayrımı ilk kez Thomas
Aquinas tarafından yapılmış ve giderek seküler bir etiğe yol açmaktadır.
Pozitivizm ve bilimin gelişebilmesinin ardında işte bu kopuş yer almaktadır.
XIV üncü
yüzyıla Thomasçılık olarak görünüşe çıkan Aristoteleçilik ile ile
Augustinusçuluk olarak görünüşe çıkan Platonculuk, daha doğrusu Plotinosçuluk
arasındaki aman vermez çekişme giderek şiddetlenmektedir. İnsan aklına giren
kuşku, yöntemsellik olarak kritisizme veya kuşkuculuğa dönüşecektir.
Skolastik
dönemde ortaya çıkan üniversitelerde belli okulların kendisine bağlı oldukları
ekoller dinî yaşam tarzlarıyla tarikatların savunularına dönüşerek uzun ömürlü
olmayı başarmışlardır. XIVüncü yüzyıla gelindiğinde bu okullar Ockhamlı
William’ın adı ile birleştirilen ve Ockhamlı’dan ödünç alınan terimlerle “via antiqua” ile yani eski(antik) yol
ile “via moderna” yani yeni yolu
temsil ederler. Bu hareket “nominalist” (adcı) veya “terminist” (terimci)
olarak adlandırılır. Mantık, önermelerde yer alan kavramların işlevlerinin
analizine yarar ve XVIII inci yüzyılda felsefenin kalbinde yer alacak denli
önemli bir mesele haline gelir. Bu dönemde felsefî meselelere analitik ve hatta
kritik bakış açıları başattır ancak zaman zaman emipirist bakış da
gözlenebilir. Daha önce akılsal olarak önermelerden yine belirli ilklerele
sonucun zorunlu olarak çıkması terk edilerek olası sonuçları incelenmelidir. Bu
paradigma değişimi, teoloji ve felsefe arasındaki ayrılığı gittikçe
güçlendirmektedir. Bu iki yapının harcı olan metafiziğin felsefe alanından
teoloji alanına doğru itildiği ve hatta metafizik ilkelerin artık inanç alanına
ait küçük bir kısma sıkıştığı gözlenebilir. Bu durum yüzyıllar içerisinde
felsefe ve teoloji arasında rijit bir ayrıma yol açacak ilk çatlaktır.
Kritisizm, çatlağı derinleştirerek zamanla yarılmaya neden olacak denli güçlü
bir etki yaratır. Nominalizm Tümellerin sadece isimlerden oluşan dilsel bir
gerçeklik olduğunu ve kendi başlarına bir töz olmadıklarını savunur. Skolastik
felsefeye tepkidir ve hatta 13. Yüzyılın eserlerinin karakteristiği olan
ezoterik ve metaforlarla yüklü oluşuna ve anlaşılmasının da bu sebeple
zorluğuna vurgu yapar.
Duns
Scotus(1265-1308), Johannes Eckhart (1260-1327) ve Ochamlı William XIIIüncü
yüzyılın en önemli başarısı olan felsefe ve teolojinin sentezlenmesi ve bu
dönemde verilen eserlere tepkili düşünürlerdir. Ochamlı hem bir teolog hem de
bir mantıkçı olarak skolastik dönemin izlerini silmeye ve bu felsefe ile
teoloji birliğini dağıtmaya niyetlidir . Ockhamlı için dış dünyadaki şeyleri
zihnin bir kavrayış biçimi olan kavramlaştırma ve tümeller gerçek dünyada bir
varlığa tekabül etmezler. İnsan denen tümel ifade sadece John, Jane ve benzeri
elle işaret edebileceğimiz bireylerde vücut bulurlar. Zihin tümel terimleri kullanma kapasitesine sahip
olsa da tümeller, bireysel şeylerden ve bireysel şeylerin niteliklerinden
soyutlama yoluyla çıkarsanmış sıfat ve adlardan ibarettir. Dolayısıyla tümeller
deneyimlenen dünyanın arkasında, üstünde veya ötesinde tözsel bir gerçekliğe
sahip değildir. Bu nedenle onun bu felsefi düşüncesi Latincede Nomina denen ve
isim veya ad anlamına gelen kavramla “nominalizm” olarak adlandırılır. Bu
anlayışın Voluntarizm ile bir araya gelişi ile ahlaki, ve politik kuramlara da
kaynaklık etmesini sağlamıştır.
Ayrıca bu
dönemde Duns Scotus’un başı çektiği ekol olan “voluntarizm”, Thomas Aquinas’ın
Aristotelesçi aklın üstünlüğü fikrine tepki olarak iradenin üstün ve
belirleyiciliğine inanır. Tümeller Tanrının zihnindeki idelerdir fikrine Scotus
ile aynı ilke nedeniyle reddeder. Şayet tümeller Tanrının zihninde var
oluyorlarsa bireysel nesneler sahip oldukları ayrımları kaybederek bir ve aynı
şeye dönüşürler. Çünkü bu durumda şeyler Tanrının zihnindeki metafiziksel
gerçekliğe katılırlar veya bu gerçekliği paylaşırlar. Ockhamlı ve Scotus’un
karşı çıkış noktası tam da buradadır. İnsanlar, Tanrının zihnindeki eternal
kalıba uygun yaratıldıkları için değil Tanrının onları o şekilde yaratmayı şeçmiş
olmasından ötürü oldukları şeydirler. Ochamlının Tanrısal ideler hakkındaki
keskin yorumu bizi mistik bir yöne doğru ve aklın sınırlı yetilerimizden biri
olduğu kabulünü de gizil olarak kabulüne doğru götürür. Çifte hakikat teorisi,
teolojik ve felsefi hakikatlerin ayrı ayrı hakikate vardırı. Teolojinin
içerdiği iman ve vahiy içeren bir hakikatken felsefi olan tümüyle insan aklının
bir eseridir. Bu iki ayrı hakikat birbirlerinden bağımsız ve birbirlerinden
türetilemez ve birbirleriyle çelişebilirdir. Böylece doğal şeyler empirik ve
akılsal yolla araştırılma yani bilimin yolunu açarken onları metafizik ve
teoloji alanından ayırt eder. Ockhamlı’nın Usturası veya Ochkam’ın Usturası
olarak bilinen de bu meseleye ilişkindir. Bu deyimin anlamı; “Pek az şey ile
açıklanabilecek olan şeyi daha fazlası ile açıklamak gereksizdir.” veya
“varlıklar zorunluluk olmadıkça çoğaltmak veya bir şeyin var olduğunu mecbur
kalmadıkça tasdik etmemek gerekir” olarak özetlenebilir. Hatırlanırsa tümeller
hakkında Aristoteles’in Platon’un idealar teorisine yönelttiği temel eleştirilerden
birini de içerir. idealar teorisinin çokluğun arkasındaki ilkeyi açıklamak için
yola çıkmış ancak hemen her şeyin karşılığı olan tümelin yanına yeryüzünde
kendisine işaret edemeyeceğimiz başka tümelleri (aynı, başka vb.) sonsuz sayıda
ekleyerek bizi çözümsüz bırakmıştır.
Descartes ve
Hobbes’in öncüsü olacağı düşünme yöntemi doğayı belli bir yöntemle keşfetme
etkinliği olan ve “bilgi” değerine mazhar olabilecek yegâne etkinlik olarak
felsefeyi yeniden tanımlar. Felsefe artık bilgi etkinliklerinin en üst
düzeydeki ve en kapsayıcı olmak bakımından tahtından olmaya bir adım daha
yaklaşmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder