Felsefe ve Edebiyat


Felsefe ve Edebiyat

Edebiyat, yaşamla ilgili olan, ondan “bir kesit içeren” insanı ve yaşamı farklı yönlerden farklı üslup ve disiplinlerin bakış açısı ile değerlendirmektir. Edebi açıdan her eser, Dilthey’ın da belirttiği gibi, kahramanları, yazarın içinde yaşadığı veya söz konusu mekânı ve olaylarıyla tarihsel, toplumsal gerçekliğin izlerini taşır. Kahraman veya kahramanlar, yazar tarafından olayların örüntüsü içerisine ya da tamamen kurmaca bir zemine yerleşir. Bütün bunlar, herhangi bir temellendirmeye ihtiyaç olmaksızın hatta kimi zaman apaçık bir absürd fonda gerçekleşirken anlatılandan ziyade anlatımın kendisinin de öne çıktığı olur. Klasik tarzda roman ve öykülerde sıra dışı yazgılarını yaşamak zorunda kalan ya da bu yazgıyı iradi olarak seçen kahraman ya da kahramanlar mevcuttur. Olup bitenler ya bize araya giren yazar tarafından ya da olaylara şahit olan şahıs veya şahısların dilinden aktarılır. Ama her halükarda roman ya da öykülerde daima olayların durumların, yaşamların veya düşüncelerin, duyguların aktarımında bir dolayım gözlenir. Kahramanlar çoğu zaman en sıradan durumları dahi üstün ve derin bir duyarlıkla yaşarlar. Edebi dehanın da zaten görünüşe çıktığı nokta burasıdır: “En sıra dışı, en öznel deneyim ya da duyguları, sıradan insanların dahi dokunabileceği kadar ete kemiğe büründürmek, tecessüm ettirmek ve herkesçe paylaşılmasını sağlamak.” Diğer bir deyişle; sıradan yaşamları, sıradan düşüncelerle, sıradan duygularla körleşmiş dimağların sıra dışı veya gerçeküstü bir sferde deneyimliyormuşçasına hissettirmek.
Modern insan “atomize” veya “asosyal” ya da “bencil” bir hale gelmesiyle bir zamanlar Sofistlerin “Aslında bir şeyi bilen her şeyi, bir şeyin en küçük parçasını dahi bilen en büyük hakikâti bilir” söylemlerinin binlerce yıl sonraki tezahürü gibidirler. [1] B. Pascal; “Yanlıca üç tür kişi vardır, Tanrıyı bulup onu araştıranlar; Tanrıyı bulamayıp zamanlarını O’nu aramaya harcayanlar; ve Tanrıyı bulmadan ve onu aramadan yaşayanlar. Birinciler hem kutsanmış hem de aklı başındadırlar, sonuncular hem çılgın hem de mutsuzdurlar ve ikinciler mutsuz fakat aklı başındadırlar.”[1] der. MacIntyre, Pascal’ın o eşsiz sözlerine istinâden “ hiç kimsenin kutsanmış ve aklı başında olmadığı ve büyük çoğunluğun çılgın ve mutsuz olduğu modern çağda yerine getirilmesi gereken ödevi, mutsuz fakat aklı başında olmak olarak tanımlayarak, pesimizminin kaynağını açıklar. Edebiyat, modern insanı kendisinden uzaklaştırarak başka hayatlarla avutacak, hakikat araştırmasını oldukça sathî ve yapıyormuşçasına olmaktan öteye gitmemesini temin edecektir. Fakat öte yandan gündelik hayat, felsefeden ve onun vaad ettiği akılsallıktan ibaret de değildir. daha çok duyguların, arzuların, inançların, tutkuların, argümantasyona sığması mümkün olmayan ve kendine göre gerekçeleri, hatta gerçekleri olan kalbin yaşam alanıdır.
MacIntyre’a göre kaçınılmaz olarak bu durumda ne analitik felsefe ne fenomenoloji ne varoluşçuluk ne de emotivizm bu ağır kargaşa durumunu çözebilir durumdadır.[2] Bu sorunu fark ederek bize modernitenin tartışmaya dahi açmadığı “gerçekliğin” sandığımız kadar mutlak ve tartışılmaz olmadığını hatırlatan postmodernitenin arkhimedes noktasıdır.[3] Öte yandan analitik felsefe de günlük ya da bilimsel dildeki ifadelerin anlamlarının analizine, deşifresine öylesine “adamıştır” ki asıl devasa ve kadim anlamı ıskalayarak hiçbir iddiası ya da ikna edici kanıtı olmaksızın, adeta bitkisel denebilecek kayıtsızlıkta, hayatta kalmayı sürdürmüştür.
Versus [4]şematizasyonu edebiyat karşısında felsefenin ya da felsefe karşısında edebiyatın niteliklerini belirgin tarzda ortaya koymaya yarıyorsa da Afşar Timuçin, “Felsefesiz edebiyat edebiyatsız felsefe olur mu ya da olmalı mı?”[5] adlı makalesinde bunun tam tersi bir fikri temellendirir. Öncelikle her iki etkinlik de gelişmiş bir dil bilinci üzerine oturmaktaydı.
Dil, sürekli kurulan ve bozulan bir yap-bozdur. Gerçeklikte olmayan modelleri de dil içinde kurduğumuz olur. Böyle olması nedeniyle dil, anlam ve imge dünyamızı zenginleştirir. Model kurmaların yaygınlaştığı, gerçeğe tercih edildiği durum post-modern dönemde yaygınlaşır. Artık, gerçekliğe değmeyen, kurmaca, kurgusal eserlerin itibar gördüğü ve gittikçe çoğaldığı görülür. Yani hakikate karşı bir duyarsızlaşma başlar. Oysaki bu durum, Modernitenin hakikât yerine hakikatleri sunması ve hatta Khun’un “paradigmaların eşölçülemezliği kuramı”nda olduğu gibi her bir kurgunun bir diğeriyle eşdeğerde olduğu ve tercih etmek için elimizde hiçbir ölçü veya ölçütün mevcut olmadığı fikrinin yaygınlaştırılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Kitaplarla ilişkilerimiz, tıpkı daha sonra bunların yerini radyo ve televizyonun almasıyla da değişmeyecek biçimde bizi gerçekliğe karşı duyarsızlaştırır.
Felsefe ve edebiyatın aynı kaygıyla yola çıktığı söylenebilir. Bu, anlatımdır. Anlatım olanaklarını sonsuza doğru zorlayan gelişmiş bir dil, edebiyata ne kadar gerekli ise felsefeye de o kadar gereklidir.
“Felsefenin dili de edebiyatın dili kadar incelikli olmak zorundadır. İncelikli dil de bize edebiyatı düşündürür. Yaşamın o gündelik akışında bile bu ikisi, yani edebiyatla felsefe sık sık buluşurlar, bir buluşur bir ayrılırlar: felsefe yapanı edebiyat yapıyor diye, edebiyat yapanı felsefe yapıyor diye algıladığımız hatta eleştirdiğimiz çok olur.”[6]
“Montaigne’nin Denemeler’i tüm yaşam deneyimlerini kucaklayan ve edebiyat açısından baktığımızda düpedüz felsefe, felsefe açısından baktığımızda düpedüz edebiyattır.” Tarih boyunca edebiyat ve felsefenin birbirleriyle çekişmeleri, birbirlerinin yerine geçme çabaları Timuçin’e göre yersizdir. Çünkü ona göre iyi felsefe aynı zamanda iyi edebiyattır. Fakat aynı zamanda felsefe ve edebiyat arasında derin bir yöntem farklılığı olduğunu da kabul eder. Felsefe, temellendirilmiş bir düşünce olmayı ister ve argümantasyon onun için vazgeçilmezdir. Edebiyat, sezgisel düşünce ya da kavrayıcı düşünce yordamıyla ilerler. Filozofların kimi zaman şairlere özenip bir yaşam gerçeğini tek bir önermede ortaya koydukları olur. Aforizma olarak yer bulan bu yazı biçimi edebiyattaki sehlî mümtenî’ye benzerdir. “Hamdım, piştim, yandım.” biçimindeki sehl-î mümtenî örneği bize derin bir düşüncenin varlığını gösterir. Mevlana’nın söylediği bu söz, düşünce, inanç ve arifliğin dile getirildiği bir yaşamı işaret eder. Mevlana tasavvuf geleneğini bir imbikten süzülürcesine damıttığı bu sözü hiç kuşkusuz derin bir felsefenin varlığını da gösterir. Edebi eserleri kimilerinde bu söz sanatına öykünüldüğü, bu yolda çaba gösterildiği görülebilir. Fakat her bulanık su derin olmadığı gibi her derin görünen gösterişli söz felsefe değildir. Felsefe, edebiyatta sıkça görülen entimemleri kolayca kabul etmez. Bir fikir kendini haklı çıkaracak gerekçelerle ve yine kendinden kaynakla temellendirilmiş olmalıdır ki, felsefe olsun. Aristoteles, entimemlerin retorik monologlarda kullanılmasının halk üzerindeki derin etkilerinden bahsettiği retorik adlı eserinde kitleleri coşturmak, onları inandırmak için ortaya koymuş sözde tasımlar olduğunu söyler. [7] İşte belki de felsefeyi edebiyattan ayıran ve aynı zamanda felsefeyi edebiyata yaklaştıran nokta burasıdır. “Edebiyat, kitlelere yöneliktir.” Ve sıradan birçok insan edebiyat yoluyla duygulanımı sağlanarak bir fikrin varlığını ya da haklılığını düşünebilir ve hatta bu yolla iknâ edilebilir. Timuçin de kitlelerle ilişki kurma işinde edebiyatın felsefeden daha etkin bir araç olduğunu ortaya koyar.[8] Felsefe, hiçbir zaman kitlelerin ortak etkinliği olmamıştır, o daima azınlıkların sahiplendiği ve kıymetini fark ettiği bir etkinlik olagelmiştir. Çünkü üst düzeyde soyut kuramsallık sıradan insan için doğal ve anlaşılır değildir. Onlar için gerekli olan, kolaylıkla anlayabilecekleri, çok anlamlı, üzerinde kolaylıkla söz söyleyebilecekleri ve nihayet hem içlerine nüfuz edebilecekleri hem de içlerine nüfuz edebilen duygu ve düşüncenin içiçe geçmişliğidir. Bir edebi eserin değeri pek çokları için onları kimi duygulara kapıp koyuvermesi, içinde bulundukları dünyadan koparıp başka dünyalara sürüklemesi türlü duygu ve düşünceleri bir arada zahmetsizce ve tehlikesizce deneyimletmesine bağlıdır. Aristoteles’in deyişiyle bu bir Katharsis olmalıdır.[9] Bir simgeler ve metaforlar alanı olan edebiyatın, felsefenin theoria etkinliği ile akraba olduğu görülür.
“Edebiyat, kuramsal söyleme hiçbir zaman tam olarak taşınamaz... Çünkü kuram, tek anlamlılık ve buna bağlı olarak açıklık gidimlilik, mantıksal tutarlılık sağlamak, ayrımlar, sınırlar koymak, çerçeveler çizmek zorundadır. Buna karşılık edebiyat, olumlu anlamda gidimsiz, yer yer olumlu anlamda tutarsız olduğundan, hele ifadelerini çok anlamlılığı nedeniyle tam bir çeşitlilik ve zenginlik sergiler.”[10]
Bir filozofun kimi fikirlerinin ya da fikirlerini ifade eden sözlerinin kitlelere mal olduğu örneğiyle sıkça karşılaşabiliriz belki; ama bunu gerçekleştiren filozofların genellikle felsefelerinden ödün vererek de olsa düşüncelerini kitlelerin diline ve düşünüş tarzına uygun hale getirdiğini görürüz. İncelikten yoksunluk, fikirlerin işlenmişliği ile ilgilidir. Ve theoria, tam, bütün bir argümantasyon ile tüm bu argümantasyonların tek tek işlendiği bir sisteme ihtiyaç duyar. Bir şişeden sineğin nasıl çıkacağı gibi beyhude ve kimi zaman gerçek dünyayla ilişkisi olmayan meselelerle ilgilendiği düşünülen felsefe, yaşamın anlaşılmasında edebiyatın sahip olduğundan çok daha farklı bir rol üstlenmiştir. Felsefe, elbette metaforlar kullanır, fakat edebiyatın ele aldığı gibi bir kesit, bir parça yaşam diye bir şey olamayacağından, felsefe daima yaşamın bütününe yönelmiş bir bilme etkinliği olacaktır. Dolayısıyla felsefe ve edebiyatın etkinlikleri başka başka yerlerdir. Kitlelere mal olmak isteyen felsefeden değilse bile felsefenin kimi ilkelerinden ödün vermek zorundadır. Düşlemek ve imgelerle oyun oynamak zihin ve ruh için bir katharsis etkisi, bir ilaç etkisi gösterir ve gerçekliğin katılığı, sıkıcılığından kimi zaman uzaklaşmak ve eğlenmek için birer araç olarak edebiyat elbette gereklidir. Fakat “aklını iyi kullanamayan insan, zorunlu olarak imgelemenin oyuncağıdır.”[11] Uzaklaştırma ve içselleştirme (veya kendine mal etme) arasındaki diyalektik… felsefî olarak anlaşıldığında (bunları) yorumlama, uzaklaşma ve yabancılaşmayı üretken hale getirme çabasından başka bir şey değildir.[12]
Sonuçta denebilir ki, her felsefe edebiyat değildir; kimi felsefeler edebi olmaktan son derece uzak, kuru ve yavan bir dile sahiptir fakat bu, tıpkı Aristoteles gibi, düşünürün fikirlerini daha etkisiz ya da değersiz kılmaz.[13] Aynı zamanda her edebiyat da bir tür felsefedir; ancak bir tür felsefedir. İnsanla ilgili tüm duyarlıkların, insan durumlarının felsefesidir.[14]

KAYNAKÇA
1.                       Aristoteles, Retorik, Çeviren: Mehmet H. Doğan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Eylül 2000, Dördüncü Baskı, s.33-1354 a15
2.                       Hünler, Solmaz, Zelyüt, Dr. İki Adalet Arasında: Rawls ve MacIntyre,Vadi Yayınları, Ankara, Ekim 1997, 1. Basım.
3.                       Özlem, Doğan, “Hermeneutik ve Şiir Sanatı”, Cogito, Sayı:38, Kış 2004, Şiir Sayısı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.117-150.
4.                       Riceour, Paul, “Edebi Eleştiri ve Felsefî Hermeneutiğin Bir Problemi Olarak ‘Yazmak’ ”, Doğu Batı Düşünce Dergisi Edebiyat Üstüne Sayı 22, Şubat 2003, Doğu Batı Yayınları, Ankara, s. 177-195.
5.                       Timuçin, Afşar, “Felsefesiz edebiyat edebiyatsız felsefe olur mu ya da olmalı mı?”, Felsefelogos, 2002, Edebiyat Felsefesi sayısı 1-2, Yıl 5, Sayı 12, Bulut Yayınevi, İstanbul, s.9-15.



[1] (fragment257)
[2] Hünler, Solmaz, Zelyüt, Dr. İki adalet Arasında: Rawls ve MacIntyre,Vadi Yayınları, Ankara, Ekim 1997, 1. Basım, s. 112
[3] Arkhimedes’in “Bana bir dayanak noktası ve yeterli uzunlukta bir kaldıraç verin Dünyayı yerinden oynatayım.” Sözüne istinaden bir başka fikrin güçlü noktası üzerine dayandırılarak kanıtlanmak istenen argümanı işaret eder.
[4] Karşıtlık
[5] Timuçin, Afşar, “Felsefesiz edebiyat edebiyatsız felsefe olur mu ya da olmalı mı?”, Felsefelogos, 2002, Edebiyat Felsefesi sayısı 1-2, Yıl 5, Sayı 12, Bulut Yayınevi, İstanbul, s. 9–15.
[6] A.g.y. s.10.
[7] Aristoteles, Retorik, Çeviren: Mehmet H. Doğan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Eylül 2000, Dördüncü Baskı, s.33-1354 a15
[8] Timuçin, Afşar, “Felsefesiz edebiyat edebiyatsız felsefe olur mu ya da olmalı mı?”, s.13.
[9] Özlem, Doğan, “Hermeneutik ve Şiir Sanatı”, Cogito, Sayı:38, Kış 2004, Şiir Sayısı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.117.
[10] A.g.y. s.124.
[11] Timuçin, Afşar, “Felsefesiz edebiyat edebiyatsız felsefe olur mu ya da olmalı mı?”, s.14.
[12] Riceour, Paul, “Edebi Eleştiri ve Felsefî Hermeneutiğin Bir Problemi Olarak ‘Yazmak’ ”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Edebiyat Üstüne Sayı 22, Şubat 2003, Doğu Batı Yayınları, Ankara, s. 194.
[13] Özlem, Doğan, “Hermeneutik ve Şiir Sanatı”, s.118.
[14] Timuçin, Afşar, “Felsefesiz edebiyat edebiyatsız felsefe olur mu ya da olmalı mı?”, s.15.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yüzyıllık Yalnızlık Gabriel Garcia Marquez İnceleme

"Şairin Romanı" Murathan MUNGAN'ın kitabı

Murat İnci kimdir