Tiamat Üzerine Felsefi İnceleme
Tiamat Üzerine Felsefi İnceleme
Murat İNCİ
11.06.2022
Yazar Üzerine:
Evrim teorisinin gerçek olup
olmadığı yolundaki bir soruyla yola çıkılan sokak röportajında “inanmayı değil
de, bilmeyi tercih eden biri”[1]
olarak kendisini tanımlayan bir yazarın kitabıdır ellerinizdeki. İhsan Oktay
Anar; Mitolojiyi, Latinceyi, Osmanlıcayı, İngilizceyi, İbraniceyi, kabalayı,
ebcedi dahil gizem bilgilerini, dinler tarihini, Antik Yunancayı, felsefeyi, kültürel
antropolojiyi, tekniği, denizciliği, müziği ve daha nice şeyi uzmanlık
düzeyinde bildiğini eserlerinden anladığınız bir yazardır. Dahası derin bir
düşünürün tefekkürünün eserini okuduğunuzu size hissettirdiğinde tüm yaşamınızın
boşa geçmiş olabileceği hissi sizi derin bir umutsuzlukla kucaklar. Fakat içinizdeki
bu yeisi dindirecek yegâne şey, onun kitabının içerisine ustaca yerleştirerek
okuruna buldurduğu sırları çözmek ve çözmenin verdiği entelektüel hazzı yaşamaktır.
Onu özel yapan bu alanlarda veya fazlasında bilgi sahibi olması değil, bunca
farklı bilgiyi bunca girift katman ve doku arasına eklektik biçimde nasıl
başarıyla yerleşmesidir. İhsan Oktay, felsefenin hiçbir şeyi değiştirmeyip
yalnızca kavramları değiştirdiği gerçeğinden hareketle kavramların peşine düşürür
sizi. Bu nedenle bu inceleme edebî bir inceleme olmaktan çok felsefi yöntemle
çözümlenecektir.
İhsan Oktay her zaman olduğu
gibi gerçek tarihsel veya coğrafi öğelerden arka plan hazırlar. Gerçeklik
hissini arttıran bu öğeler aynı zamanda hayal olanların zihin tarafından
kabulünü sağlayan araçlardır ve dil de buna hizmet eder. Hemen her okurun
takıldığı neden Osmanlıca veya teknik bir dili bu denli yoğun kullandığı sorunsalının
yabıtı da aslında burada gizlidir. Tıpkı “abra kadabra” veya “bir varmış bir
yokmuş” diyerek başlanan sihir ve gizem dünyasının kapısını açan sözcüklerdir
aslında Kurmaca bu dil insanda masalsı bir gerçeklik veya sihrin olduğu bir
dünyada bugüne kadar bildiklerinizle onun karşısına çıkarak yargılamaya
kalkarak bütün büyüyü bozmanızı engellemek adına bu dille bloke edilir. Çünkü
bu hikayenin altında gerçek dünyada karşılaşmaktan hoşlanmayacağınız hakikatler
ve gizemler saklıdır. “Kendini saklamayı bilmiş olan yaşamayı da bilmiştir”
diyen Ovidius’un dizelerinin tezahürüdür İhsan Oktay’ın bütün yaşamı. Göz
önünde olmaktan, orada burada ropörtaj vermek veya söyleşilere katılmaktan
zinhar uzak durur. İhsan Oktay’ın aldığı felsefe formasyonu adeta şişede
durduğu gibi durmayan bir şeydir hatta Latinlerin “in vino veritas” dedikleri
şaraptakine benzer bir hakikattir. Önce alelade sarhoş(kraipele) olmamayı
başaracak denli aklı başında kalmalı, sonra esrikliğin (enthousiasmós) verdiği sezgi
ve görüyü deneyimlemelisiniz. Azra
Erhat’a göre; insan, ancak şarabı elde ettikten sonradır ki yaratıcılığın
kökeninde bulunan değişim yapma gücüne kavuşmuştur; çünkü zihinsel bu esriklik
halindeki insan, Tanrısal güçle, Tanrının gözüyle ve Tanrıyla yek vücut olarak
doğayı ve yarattıklarını bambaşka gözle görüp değerlendirebilir. Hatta bu
kendinden geçme ile yaratıcılığını en üst düzeyde tezahür ettirebilir ve
gündelik yaşamdaki alışkanlıkları, bu alışkanlıklardan doğmuş sınırları aşarak
ihtiyaçlarından biri olan arınmayı ve kurtuluşu gerçekleştirebilir. Çünkü her
ne zaman akıl baştan giderse, sırra asla vakıf olamadan yanınızdan gelip geçen
aradığınızı tanıyamayacaksınız demektir; fakat öte yandan ve her ne kadar aklı
başındaysanız yüreğinizin gözlerini aklın peçesiyle örttüğünden o denli bir
aşığın gözleriyle bakamadığından güzellikleri göremeyeceksiniz. İhsan Oktay, metaforlarla
konuşmayı, kimi zaman açık kimi zaman örtük mecazları lafın arasında öylesine
söyleyiverirken sizi aldatmayı başarabilir. Hatta apaçık bir hikâyenin
içerisinde bir yandan eliptik yazmayı ve esoteriye göz kırparken gizemlerle
ruhunuzu ateşlemeyi, metinler arasıcılık ve üstkurmaca ile sarhoş etmeyi ve
bilgiyle aklınızı doyururken sanatıyla ve gizemleriyle baştan çıkarmayı
başarır.
Tiamat’ın Metinlerarası Arkaplanı
1962
yılına ait “Hatıralar, Vesikalar,
Resimlerle Yakın Tarihimiz” isimli tarih dergisinde; Türklerin yapmış
olduğu ilk denizaltı denemeleri yazı serisini okuduğumda denizaltının mucidi
İngiliz George William Garrett ve Türk Bahriyesinin ilk denizaltı kumandanı
Yüzbaşı Develili Halil Kaptan’ın romandaki gibi Haliç’te gerçekleştirilen
tahtelbahir denemelerinin yaşanmış hikayeleri, Kütab-ül Hiyel romanında geçen
hayali olayların tarihsel gerçekliği gibidir.[2]
Tarihte
III.Ahmed zamanında tersane Baş Mimarı İbrahim Efendi tarafından yapılan bir
tahtelbahirden de bahsedilir. Timsah şeklinde olan bu denizaltının deneme
sürüşünün Sultan III. Ahmed’in çocuklarının sünnet merasimine denk getirilerek
gösteri yaptığı rivayet olunur. Bu denizaltının hikayesini bilgi kirliliği
deryasında bulabildiğim en güveniir olanını alıntılayarak metnin sonunda
meraklılarına sunmak isterim.
İhsan Oktay Anar’ın ikinci
romanı olan Kitab-ül Hiyel isimli
kitabının kahramanı Yâfes Çelebi hezarfen bir “hiyel” ustasıdır.[3]
Tiamat’ın da arka planındaki gizli
kahramanıdır aynı zamanda. Her ne kadar “Hiyel”
kelimesi Arapça asıllı “hile, aldatmaca” manasında bir kelimenin çoğulu olsa da
romanda makine bilgisi, mekanik teknolojisi anlamlarında kullanılmıştır. İşte
bu mecaz-ı mürsel’i; yani ad aktarmayı; anlamlı bir bağıntı düzleminde girift
bağıntılar arasına yerleştiremezseniz onun kitabında gizlediği alt anlamları
kaçırmış olacaksınız. Elbette keyifli bir roman okuyacaksınız bu kısım kesindir.
Ancak bu, tıpkı bir meyvenin kalın kabuğunu sadece tadarak doymak, pek az
kişinin tadını bildiği sulu ve lezzetli kısmını hiç tatmadan onu fırlatıp atmak
gibidir. Bu meyve, Âdemoğullarına yasaklanmış olan ilk günah gibi hakikat
ağacının gizemli meyvesidir.[4]
İhsan Oktay’ın ad aktarması, teknolojiye gönderme yaparak Tanrının sadece
inanmamızı isterken biz asi kullarının bununla yetinmeyip bilmek istemesine
atıftır. İnsan yürüsün koşsun diye yaratılmışken, suyun üstünde veya altında
yaşamasına yardımcı olacak aletler icat etmesi onun Şeytanın en sevdiği günah
olan kibre sahip olduğunu, yanı sıra da tamahkâr yanını kanıtlar. Bir başka
açıdan “Hakikatin Kitabı” olan ve gerçekler ve olmayanları ayırt etmeye yarayan
Kutsal Kitapların kinaye ile de zıttı anlamına gelen “Aldatmaca Kitabı” ismini
koyması pek manidardır; çünkü İhsan Oktay, anti-kahraman tiplemeleriyle
modernite ile savaşan en öndeki cephelerden biridir.
Bir yandan da bu eserde
modernitenin yeni tanrısı bilim ve teknolojiyi insanlığın daha zahmetsiz ve
konforlu bir yaşam sürmesi amacının tam zıttı olan bin bir türlü ve mümkün olan
en fazla sayıda insanı öldürmekte kullanılan silahlar tasarlanması anlamıyla bu
eserin bir ironi hatta alegori tarzı olduğunu söylemeliyiz. Aslında bilgimize kaynaklık
eden gerçekliğin algı yönetimi sayesinde nasıl da eğilip büküldüğünü, görünür
olanın ardındakini unutturulduğunu, gerçeklikten uzak, hile, aldatmaca dolu
tuzaklar haline dönüştürüldüğünü işaret ettiği söylenebilir.
Kitab-ül Hiyel’de Yâfes Çelebi bir makine mühendisidir
ve büyük ahşap fıçılardan bir tahtelbahir[5]
yani denizaltı icat eder ve onu dönemin Osmanlı Sultanı Haliçte saltanat
kayığıyla seyrederken birden bire ortaya çıkarak icadını hayranlık yaratacak
biçimde sunmak ister. Arızalanan tahtelbahirin neredeyse Yâfes Çelebi’ye mezar
olacakken onun son anda kurtulması mümkün olurken gel gelelim Sultanın büyük
ödüller vereceği, yanı sıra şan ve şöhrete mazhar olacağı hayalleriyle birlikte
sulara gömülür. Sayfa 49 ile 67 arasında ilk kez bir “canavar”dan bahseder ve
26 yıl sonra bu icat, Tiamat isimli
yeni romanın kahramanlarına hem yuva hem mezar olacaktır.
İhsan Oktay Anar, Amat[6]
romanında olduğu gibi bu romanında da karakterleri ve hikayeleri, tarihten
seçtiği kişiler ve olayları referans alarak yeniden kurgulamış ve eserine
yerleştirmiştir. Üstte görünen hikâyeye göre iki Osmanlı firkateynini batıran
kara sancaklı esrarengiz bir gemiyi aramaya çıkan ve esere adını vermekte olan
Amat gemisinin kanlı yolculuğu anlatılmaktadır.[7]
Kara sancak, İslam’ın 1400 yıldır simgesidir. İhsan Oktay toplumda kutsal olana
doğrudan eleştiri getiremeyeceğinden onu simgeleştirerek veya onun sahip olduğu
etkilere olanca gücüyle ve kimi zaman ironik bir dille incelikle tartışmaya
taşır.
İhsan Oktay’ın
karakterlerini farklı dönemlerden ve mekânlardan özellikle de “İnsanlığın
şeytanla mücadelesinde” rehberlik eden kişilerden seçmesi, anlatmak istediği
mesajın zamansızlığı ve mekânsızlığını ortaya koymaktadır. Kişiler, zamanlar ve
mekânlar değişse de değişmeyen ve ebedi kalan bir şey vardır ki, o da insanın
içindeki iyilik-kötülük çatışması ve şeytanla olan mücadelesidir.[8]
İhsan Oktay, eserini
postmodernist tarzda ele alarak yeni teknikler uygulamış ve mesajını bu
tekniklerle daha çarpıcı hale getirmiştir. Üstkurmaca tekniğiyle okurların gerçeklik
algısı üzerine düşünmesini sağlamış, Metinlerarasılık yoluyla eserine felsefi
bir yön katarak insanın ezelden beri merak konusu olan “ölüm ve ölümsüzlüğü” sorgulamıştır.[9]
Tiamat’ın İsminin Anlamları
Kitabın asıl ismindeki kök
kelime “Amat” İbranicedir ve emet
kelimesine yani “gerçek” anlamına gelir. “İnsan
böylece canlanıp her emri yerine getirmektedir.” [10]
Amat’taki gerçekliğin bilgisi
hayatın sonsuz bir döngüden ibaret olduğu veya Süleyman Reis’in anladığı
şekliyle sonsuzluğun ancak ruhunu şeytana satarak mümkün olduğudur. Toplumsal
ahlakın kalyondaki sorgulamasını ve takibini yapan Süleyman Reis’in gerçekliği
bu şekilde yorumlaması olağandır. O da, kalyonun üzerinde yazan ‘Amat’ isminin ilk harfini silerek
böylece ‘met’ yani ölüm’e dönüştürerek onun işaret ettiği imleneni de
değiştirir.
Kitabın asıl ismi telsiz
koduna bakarak belki de Tiamat değil
“T1AMAT”[11]tır
denebilir. Amat’ta suyun yüzeyi insan
ile şeytan, iyi ile kötü arasındaki savaş alanıyken T1AMAT’ta Amat’taki
savaşın bir ve aynısı ancak bu kere savaş alanı olarak suyun altı seçilmiştir.
Aslında Tiamat da Amat’ın bir başka versiyonunu işaret
eder biçimde 1. olanıdır.
Amat ismi üstünden gidildiğinde bir postmodern yazar olan İhsan
Oktay’ın Tiamat ismini verirken “Ti’ye
alınmış gerçekliğin” anlamı bozmayacak biçimde kısaltılmasıyla gerçekliği tiye
almakta adeta onunla alay etmektedir denebilir mi? Bana kalırsa bu da mümkün.
T1 Henry Ford’un insanlık
tarihinde ilk seri (bant tipi) üretim aracına verdiği isimdi. Olamaz mı diyorsunuz?
O halde Tiamat’ın tam bir teknoloji
hicvi olan bir romanı olduğunu bilirsek etkili olur mu ikna için? Bu yönde
yazılmış makale oldukça makul sayılabilir.[12]
Fordizm, insanın üretim bandında mekanik bir üretim otomatına dönüştürülmesi
anlamında kullanılan modernizmin anıt kavramlarından biridir. İhsan Oktay, tüm
yapıtlarında modernite eleştirisi yapan bir postmoderndir ve bu anıta alegorik
yazım tarzıyla hicvederek eleştirisi onun postmodern yapısına da uygundur.
Ayrıca Tiamat, Babil inanışına göre canavar olarak da tasvir edilen kaosun
düzenleyicisi Okyanus Tanrıçasının Akatça ismidir. Romandaki ana karakterdir
“Canavar”. kötü olanı tüketerek beslenen bir makine olarak tasvir edilir. Bu
eğretileme ile adeta bu Canavar Antik çağdan gelip de modernlerin aralarına
düşen lanet gibidir. Erdemler geleneğinden kopmanın, insanı bağlamından
kopartarak bireyleştirmenin, tamahının önündeki tek engeli kaldırdığımızda her
şeyi yıkıp geçmesinin, vicdanı toplumsal sağduyudan çıkartarak bireysel bilince
indirgemenin ödenecek bedelleridir: yersiz yurtsuzlaşma, yabancılaşma, anlam
arayışı ve mutsuzluk.
Tiamat’ta yaratığa ‘canavar’ denmesinde de bir örtük belki de
bilenler için açık gönderme yani eliptik bir yazım tarzı vardır. Çünkü Canavar,
dendiğinde en bilineni Kitab-ı Mukaddes’te Leviathan
olarak bilenen “deniz canavar”ına gönderme yapar.[13]
Aslen Sümerler ile başlayan Canavar Kültü, Babil ile devam etmiş buradaki Tiamat, sonradan Asur ırkına ve buradan
da İsrailoğullarında Kitab-ı Mukaddes’te Leviatahan’a
dönüşmüştür. Canavar, tıpkı Tiamat’taki
gibi “ağzından ateş püskürten, zehri ile güçlüyü güçsüz düşüren bir yaratıktır.”
Buradaki canavar da ışığıyla 11 canavar yaratmış birlikte her yeri ve her şeyi
ele geçirmekte ve görenlerin aklını başından almaktadır. Hikayedeki Canavar’ın
tuhaf elektrik arkıyla beyinlerini boşaltırken ve bedenlerini ele geçirip tıpkı
bir kukla gibi onları hareket ettirirken kara mizahın mükemmel bir örneğini
verir.
Tiamat’ta Başat Öğeler ve Göndermeler:
Teknoloji kavramının kökeni
Antik Yunan’da “tekhne” den gelir. Tekhne sanatı da kapsayan insanın
yaratma ediminin ve bu ediminin sonuçlarından mürekkeptir. Bir başka deyişle
sadece teorik bilgi ile tecrübe ve maharetin bir araya gelmesiyle oluşan
etkinliktir.[14]
Sanat ve zanaat ayrımı henüz olmadığından felsefeciler ona tenezzül etmezler ve
bu alanda mahir olanlar hor görülürler. Dönemin bilim ve bilgiler sınıflandırmasında
hep en altlardadır, çünkü kol gücüyle yapılan etkinlikler salt zihin gücü ile
yapılanlardan aşağı türde bir bilgidir.
Teknik bilgide amaç daima
faydadır. Hayatı kolaylaştıran, yaşamı daha güzel yapan şeyler eklemek, rutinde
zaman alan işleri daha kısa sürede ve daha yüksek kesinlikle tamamlamaktır. Bu
kitaptaki “Şeytanî teknoloji” kötülüğü emerek beslenmekte ve beyinlerini
buharlaştırırken onların akıllarını kümülatif olarak toplamakta ve gittikçe
daha akıllı ve tehlikeli hale gelmektedir.
Ganimet olarak alınan sandığın
üzerinde “birbirlerini selamlar vaziyette iki melek” figürü bulunmaktadır ve
sandık gözleri “kör edici altunî [bir] ışıltı” yaymaktadır[15].
Bir başka bakımdan da kötülüğü yok etmeye programlı üç boyutlu biyo-yazıcı, iki
yanındaki parlak meleklerle “Kutsal On Emir”in içinde bulunduğu sanduka’ya
benzetilerek, eğretileme yoluyla kutsal olana gönderme yapmaktadır. Çünkü akıl
deli doludur ve her şeyi sorgularken, temellendirirken şayet bir gizem, yani
dine ait akılla kavranması mümkün olmayan ‘myster’ler ile karşılaştığında
kutsal karşısında daima diz çökerek gücünün sınırlarında durmak zorundadır,
çünkü durmazsa denmelidir ki akıl akılsızlıkla bir ve aynı şeydir. Bu demek ki
aklı başından giden insanların bu durumun kaynağı aslında dinsel olan, kutsal
olan ve nihayet akılla kavranabilirin ötesinde olandır. O sınıra geldiğinde,
akıl araştırmasını durdurur. Aklımızın alabileceği, gözlerimizin görebileceği
açıklığın netliğin de sınırlarına varmışsak onlar artık işlevsizdir. Bundan
sonraki alanda sisler içerisindeki bilinmezlik, korku ve huşu hükümdarlığı hüküm
sürmektedir. Artık özgür irade yenilgiyi kabullenmeli, kadere gönüllülükle
boyun eğmeli, takvâ ve imanla koşulsuz teslim olmalıdır.
Kitabın tamamına hükmeden duygu;
gerilim ve özellikle korkudur. Korku, İslam’daki Takvâ’ya, kötülerin bir arada bulunduğu yer olan küçücük alan
‘Cehenneme’ de göndermedir. Hatta Canavar’ın namaz kılışı yine İslam’a yapılan
bir göndermedir. Ayrıca nasıl ki cehennemin tasvirindeki çürük yumurtamsı
hidrojen sülfit[16]
ve sarımsağımsı kükürt[17]kokuya
benzer biçimde kokar Canavar.
Kitapta
karakter ve olayların örüntüsü, zamanda ileri ve geri gidiş dönüşler bulunmaz. Kitabın ilk katmanını
oluşturan birbiri ardınca gelen hikâyelerin, görünürdeki sığ, eğlenceli fakat
sathî anlam dünyasında kalarak alt katmanlara inmenizi engelleyecek denli
çeşitlilik sunar. Bu tıpkı iştah açıcı ancak midemizi değil ruhumuzu beslemekte
işe yarar bir meyve gibidir. Zahirdeki anlam, meyvenin bu tatlı etli sulu ve
lezzetli kısmıdır ve eğer bu kısım sizi doyurur da kalanı bir yana atarsanız,
kalbindeki sert çekirdeğin altındaki batın, kıymetli ve derin anlamları
ıskalayacaksınız demektir.
Zamansal öncelik ve sonralık
ilişkisinden doğan yatay zaman fiziksel olarak “o anda, hemen öncesinde ve
sonrasında buradalığı” zorunlu kılar ve bizi şimdiye, öncenin ve
şimdinin şahitliğine mahkûm eder. Okur, ava giderken avlanmış ve kendi hayal
gücünde var edeceğini sandığı dünyanın aslında bir başkasının hayalindeki
imgeler olduklarını onlara duyumsatmıştır. Uzun İhsan Efendi, bu alt metinlere
ait düşünceyi şöyle dillendirir ve der ki;
“Dünya bir masaldır.”
Dünyanın masal sizin bir masal kahramanı
olduğunuz mekânda gerçek ve hayal bir birine karışmıştır.”[18] Anar, hemen hemen tüm romanlarında
kurgunun geçtiği zaman dilimi içindeki dili roman diline uygulayarak bir
Osmanlı argosu oluşturur. Oluşturulan bu dil, anlatılan dönemin tarihi
özelliklerini yansıtmaktan ziyade romandaki gerçeklik algısının
belirginleştirilip silinmesi, ironinin baskın hale getirilmesi, tasarlanan
anlatıcı değişikliklerinin hissettirilmesi gibi işlevler için yaratılmış karakteristik
bir dildir. Puslu Kıtalar Atlası romanının
giriş kısmı gibi yazar okuyucusunda anlatacağı metin hakkında bir algı yaratır.
İlk cümle:
“Soğuk ve karanlık dipler boş ve anlamsızdı”
sonrasında ise
“Başlangıçta her şey soğuk, boş ve anlamsızdı. Kutsal Rüzgâr
sular üzerinde okşar gibi anaforlarla esiyor”
diyerek adeta kendisini
tekrar eder gibi görünürken aslında tekrar eden sözcüklerle bizi büyülemek
ister. Bu ilk sözcükler kitabın son sözleri arasında da yer alarak adeta
mükemmel bir çembere hapsedercesine okurun zihnini aralarındaki olay ve
anlamlar dünyasına çeker alır.
Her ne kadar tekrar eder
gibi görünse de sonraki cümlede öncekinden farklı olarak önüne eklediği
“başlangıç” son derece önemlidir.
“Başlangıçta Tanrı
göğü ve yeri yarattı. Yer boştu,
yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu.”[19]
Dikkatli olan okurun
gözünden kaçmayacak biçimde yine eliptik bir tarzla Kitab-ı Mukaddes’te evrenin
yaratılışı anlatılırken kullanılan “başlangıç”, “boş(luk)”, “Tanrı’nın ruhu
suların üzerinde” gibi kelimeler bilinçli olarak seçilmiştir.
Tıpkı Puslu Kıtalar Atlası’nda olduğu gibi burada da destanlarda, kutsal
kitaplarda alışageldiğimiz olayların yukarıdan izleyen bir kişi tarafından
“aktarılır” gibi bir dil kullanılır.
Ayrıca son olarak Kutsal
kitaplardaki gibi ana kahramanlar erkektir ve ataerkil bir yapıyı işaret eder.
Anar’ın kitabı aslında
tekno-gerilim tarzında yazılmış bir eserdir. Tekno-gerilim yazarları genellikle
tarih, politika, bilim konularında derinlemesine uzmandır.[20]
Teknik bilgilerle dolu bu eserler genellikle aksiyon ile de renklendirilirken
arka planda daima tarihsel ve global bir problem bulunurken gerilim öğesinin
yavaş yavaş yükseltilmesiyle hem ortalama okuru yakalar hem de entelektüel
okurları tatmin eder.
Baudrillard’a göre insan,
modern dünyada, merkezî konumunu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
İnsanın hayatını ve doğallığını hedef alan bu tehdit, onun kendi geliştirdiği
teknikle kendisi tarafından üretilmiştir ancak insan artık kendi ürettiği
sisteme kendisi hükmedememektedir.[21]
Yirminci yüzyıl insanının en büyük açmazı, bu kontrol dışına çıkan ve insana
çaresizce boyun eğdiren yüksek teknolojidir.
Kontrolden çıkmış kendi başına hareket eden ‘şey’ ya da ‘nesne’ insanın en
temel korkularından birini teşkil etmektedir. Bu tür durumları tanımlamak üzere
“tekinsiz” kavramı kullanılır. Freud, “Tekinsiz”[22]
başlıklı yazısında kavramı insanın zihninde bastırarak yabancılaştırdığı tanıdık
herhangi bir şeyi ifade etmek üzere kullandığını belirterek geniş bir çerçeve
çizer. Düşe ait addedilen şey, düşten gerçeğe taşındığında insan bir
tekinsizlik duygusuna kapılır. Freud’a göre insan bu belirsizlikten kurtulmak
için mantıklı açıklamalar getirmeye çalışarak tekinsizin sebep olduğu ölüm
korkusunu yenmeyi dener. Teknolojinin bulunduğu yeni konum, tekinsizin
alanında, düş ile gerçeğin karıştığı bir bölgededir. Tekinsizin alanına
yerleşen yeni teknoloji insanın kontrol edemediği bir güç olarak onu tehdit
edip insanın ölüm korkusuyla burun buruna yaşamasına sebep olur. Baudrillard’ın
tanımladığı teknolojinin sebep olduğu korku oldukça yaygındır. İhsan Oktay ANAR’da adeta gelecekten gelmiş
kadim ölüm makinesini teknolojik aleti “tekinsiz nesne” [23]
olarak adlandırır.
Romanın mekânı, yirminci yüzyıl
teknolojisinin mahsulü bir denizaltıdır. Teknoloji ürünü denizaltı
modernitedir. Her nerde yüksek teknolojiden bahsedersek postmoderniteden
bahsediliyor demektir. Denizaltı bir elma ise kurdu adeta gelecekten gelmiş
yüksek teknoloji ürünü (kötülük) yok edici sanduka biçimdeki makine ise onun
kurdudur. İçerideki insanların ruh ve bedenlerini yiyip tüketecek geçmişten
gelmiş geleceğin teknolojisi bu kurt, zaman hakkında da çözümü güç bir
paradoksa da gebedir.
Denizaltındakiler “Britanya Donanmasına ait B sınıf bir destroyer”i batırıp bir şilebi ele geçirirler[26]. Yine bir karamizah örneği olarak batırıldığı söylenen “Quail” İngilizce’de bıldırcın’dır. Kolay bir av olarak avladıkları bu destroyer aslında onlara “her kuşun eti yenmez” sözünün tezahürü olacaktır sanki.
Romanın arka planı bu kez dünya
üzerinde bulunulan yerin adı değil, sadece teknik terminolojideki koordinatları
olan bir yerde geçer. İnsanlar gerçek hayattan azade öldürmek için icat edilmiş
bir makinenin içerisinde yaşamaktadırlar. Bu insanların varoluş koşulu da işte
bu makinedir. Çünkü denizin derinliklerinde ve düşman savaş gemilerinin
arasında ancak onun karnında yaşayabilmektedirler. Adeta o bir rahimdir ama
yaşam var eden değil ironik biçimde ölüm kusan bir rahimdir. Bu arada yeri
gelmişken Tiamat’taki tüm kahramanlar
erkektir. Tek dişi Tiamat’tır ve olup
bitenlerin hepsi onun rahminde gerçekleşmektedir denebilir.
Tahtelbair’de bulunan insanların var olma koşulu diğer insanların anlamakta zorlanacakları fakat aynı zamanda teknik ve anlaşılmaz bir dille anlaşabilmeleri ve makinenin sadece bir yerinden sorumlu olmalarıdır. Onlar doğru yer ve zamanda basması gereken düğmelere basmakta, çarkları çevirmekte, vidaları sıkmakta, kolları hareket ettirmekte, pompaları çalıştırmakta, zımbırtıları açıp kapatmakta ve kocaman cansız bu makineye hayat veren küçük kötücül cinler gibi yaşamakta, onun kötülüklerini gerçekleştirmesini sağlamaktadırlar. Bir bakıma da insanlar simbiyotik birer canlıya dönüşmüştür çünkü Makinenin hayatta kalabilmesi için insanlar üstlerine düşen mikro alandaki işleri yerine getirmeli, yerine getirdikleri makine de onları canlı tutmaktadır.
Denizaltının Fordist dönemin
bant sisteminde çalışan insanları gibi mekanikleşerek üretimi yerine getirmekte
sadece bir çarka sadece bir araca dönüşmüşlerdir. Dil benliğin aynası olarak benlikteki
parçalanmayı doğrudan yansıtmaktadır. Denizaltı mürettebatı, düşüncelerini dahi
tekniğin zorladığı dille aktarırlar. Gerek düşünce gerekse kullanılan ortak iki
dilin yapısı da farklılık arz eder. Tekniğin zorunlu kıldığı dili kullanmak
için tekniğin yöntemine uygun şekilde yapılandırılmış düzenli bir zihne ihtiyaç
vardır. Bu teknik çağında, gelişen teknoloji ile uyumlu olacak şekilde tektipleştirilmiş
bir zihindir:
“Almanların harpte çuvallamaları da kitabî olmalarından. Akılcı
hasımları yine akılcı olan onları öngörebiliyor. Akıldan akıla yol var çünkü” [24]
Mükemmel bir ironi örneği
daha karşımızda. Ortalama bir okur için aklın övgüsü denebilir. Oysa tekniğin
tektipleştirdiği ve esinlemeden, yaratıcılıktan pay almamış akıl sadece bir
otomattır. Belli girdiler verdiğinizde çıktıları belli olan bir otomat. Sanırım
bu açıklamalara en net yanıt kitabın derinliklerinden çıkıp gelerek bana yardım
edecektir:
“Akıl, hayatı sürdürme kabiliyetine denir. Biz askeriz, hayatta
olmamız önem taşımaz, yakılacak mermiyiz.”
Eğitim, bu çağda ihtiyaç
duyulan insan modelini (bireyi) davranış ve düşüncelerini belli bir forma
sokarken yönetilmesi kolay bir toplum da oluşturulmuş olur. Teknolojinin
kurguladığı bu zihinler:
“…hesaplama ve ispatta, matematiğin ve mantığın esaslarına kuzu
kuzu ve hürmetle boyun eğen, itaatkâr ve yumuşak başlı matematikçiler
gibiydiler. Çünkü esareti altında yaşadıkları aklın hükümlerini bir ferman gibi
kabul etmediklerinde hayatta olamayacaklardı. Var kalmayı hür kalmaya tercih ettiklerinden
ruhları, içinde dişlilerin tıkırdadığı bir hesap makinesinden farksız
zihinlerinde hapisti[rler]”[25]
Ruhlarıyla bağlantılarını
kaybetmiş bu insanlar sadece kendilerine öğretilen sınırların içerisinde
düşünebilmektedirler. Bu yeni modern dünyada Tanrı personel alana
sıkıştırılarak tahtından indirilmiştir. Artık din istedikleri insan modelini
oluşturmada işlevini yerine getiremeyceğinden yeni bir dine ihtiyaç vardır ve
bu yeni din; “Bilim” ya da “Teknik”tir. Bu yeni dine inanmayanlar geri
kafalılık veya akılsızlıkla suçlanacaklardır. Başka türlü teknolojinin nimetlerinden
faydalanarak hayatlarını kolaylaştırmak yerine zor yolu seçenlerin aklıbaşında
oldukları nasıl söylenebilir ki? Teknolojinin insana boyun eğdirmesine sebep
olan da insan zihninin bu türlü dönüşümüdür. Teknolojinin baştan çıkartıcı bu
nimetleri onun hayatına sirayet ederken zamanla onun hayatının aracı olmaktan
çıkıp amacı haline ve kendisini teknolojiyi yaşatmakla görevli simbiyotik bir
canlıya dönüşecektir zamanla insan.
Heidegger, Ellul ve Baudrillard’ın teknoloji bağlamında bahsettikleri korku, tekinsiz ve büyü, yüksek teknolojinin simgesi sandıkla romanda baş göstermektedir. Teknolojik olan ile yüksek teknoloji numunesi arasında insanın kurduğu ilişkiler bağlamındaki farklılık hemen göze çarpar. Teknolojik bir icadın içinde, onun birer parçası olarak yaşayan denizciler korku duymazlar çünkü makinenin kendi kontrollerinde olduğundan eminlerdir. Oysa ki yüksek teknoloji akledilemez olduğu ölçüde kaygı ve korku kaynağıdır. İşte kitabın başrolündeki duygu olan bu korkudur. Yavaş yavaş yükselen ve hemen herkesi ele geçiren korku. İnsanlar bu duygu onu ele geçirdiğinde sağa sola kaçışmakta, akıllarını başlarına toplayamamakta, vermesi gereken doğru tepkileri verememektedir. Artık farelerden farksızdırlar ve hatta fareler bile bizden üstündürler çünkü
‘Akıl bize korkmayı öğretti,’ diye cevapladı, ‘Farede akıl yok,
o ancak yeterince korkar. Sonra hemen hayatına geri döner.”[27]
“Esareti altında yaşadıkları aklın hükümlerini bir ferman gibi
kabul etmediklerinde hayatta olmayacaklardır. Var kalmayı hür kalmaya tercih
ettiklerinden ruhları, içinde dişlilerin tıkırdadığı
bir hesap makinesinden farksız zihinlerde hapisti.”[28]
Kendilerini ele geçirmeye
hazır korku karşısında büsbütün savunmasızken Mülazım idareyi ele alır ve
Canavar’ı yenmek için stratejisini açıkla tanımlar. Canavar yedi çivi ile, ki
yedi ölümcül günahı hatırlatarak, insanları kontrolü altına alan bu çivilerden
kurtulmak gerektiğini söyler. Ancak bir sorun vardır. Şimdiye kadar ele
geçirdiği altı insanın aklına karşı tek bir insanın aklı nasıl kazanabilir?
“Aptal akıllıyı akıllı da aptalı öngöremez…”
“Akılcı hasımları yine akılcı
olan onları öngörebiliyor. Akıldan akıla yol var çünkü… akıl dışı davrandıkları
için tahmin edilemezler, ancak deli bir kumandana yenilirler.”[29]
Canavar’ı şöyle tanımlar;
açgözlü, iştahlı, şehvetli, bilgi konusunda seçici olmayan, kendine aşırı
güvenen, kibirli, karşısındakini küçümseyen, bilinen silahlarla öldürülemeyen
ve zeka sarhoşu.
Kendilerinin akıllı olmadığını
kabul eden Mülazımın fikri daha önce Kumandan tarafından “İşimiz yapmak,
düşünmek değil.”[30]
diye dile getirilmişti.
Kitabın sonunda;
“Sanki insanoğlunun bin yılda başına gelenlerin tamamını biz
yedi saatte yaşadık.”[31]
“Aptal asla aptal olduğunu bilemez aksine
kendisini zeki ve akıllı sanar, fakat aradki ayrım ne?
17 mürettebattan bahseder
sayfa 90’da. Bu ânâ dek Gedikli Çavuş, ardından isimsiz iki mürettebat[32],
sonra Hafız, canavara yem olmuştur., Kumandan ödü patlayarak ölmüştür. Ardından
Mülazım kontrolü ele almak için Mühendis Züp’ü vurur ve şöyle der:
“Ölmekten korkmayın,
buradaki tek ölüm sebebi artık benim.”
Tahtelbahir in hikayesi 22
mürettebattan[33]
üç kurtulan[34]
dışında mürettebatın hepsinin dehşet verici hikayesiyle birlikte sulara
gömülmesiyle biter. Bu kitap akılsızlığın zaferidir, akıl sulara gömülmüştür ve
hiçliğe dönüşmüştür, yeryüzü akılsızlara emanettir. Güçlü idealleri olan ve
ülkülere inanan çelikten beyinleri kaypak güvenilmez olanlar yönetir.[35]Bana
kalırsa başlangıçta altın olan meleklerin siyah bir ifrite dönüşmesi[36]
gibi her şey onlara gerçek yüzlerini göstermeye başlar. Işığa gidelim derken
karanlığa, Tanrı yerine şeytana, cennet yerine cehennemi seçtiklerini bilmeden
yaşar ve hayatımızın sonunda hiçliğe karışır kayboluruz. Tıpkı kitabın
başlangıç cümleleriyle bitiş cümlelerinin teadüf denemeycek kadar önemli bir
nedenle tekrarı gibi yazar çemberi tamamlayarak okuru bu çemberin içine hapseder
ve etkisinden uzun süre kurtulamayacağınız bir hikayeye dönüşür. Bu döngü yaşam-ölüm
döngüsüne, acıkma-doyma, iyilik- kötülük döngüsüne kapılıp tükettiğimiz
yaşamımızı işaret eder gibidir.
Sonunda aklıda yankılanan
bir başka soru da şudur:
“Akıllı olmayan kendisini
akıllı zanneder, akıllı da kendisini akıllı zanneder. Peki ya aralarındaki
ayrım nedir?” Bu ayrımı bulamazsak akıllı akılsızla, bilgili bilgisizle,
duygulu duygusuzla aynı noktada buluşurlar.. Hakikatin olmadığı sonsuz bir
oluşta.
Tahtelbahirlerin Hikayesi:
İlk denizaltı prototipi
İngiliz mühendis William Garrettt tarafından Liverpol’da 1879 yılında yapılır.
Bugünkü denizaltına teknik olarak hiç benzemeyen bu ilkel 45 tonluk
denizaltının ilk denemesi başarısız olur. Biraz daha büyük yaptığı ikinci
denizaltı da ikinci denemesinde Mr.Garrett içinde olmadığı halde daldığı yerden
bir daha çıkamaz ve içindeki üç uzman personele bilim uğrunda mezar olur.
Roman
kahramanımız Yafes Çelebi gibi hiç usanmadan çalışmalarına devam eden
Mr.Garrett artık İngiltere’de para bulamaz ve nihayetinde ünlü İsveçli bir
silah fabrikatörü Thorsten Nordenfelt imdadına yetişir ve onun desteğiyle 1885
yılında Stokholm’de üçüncü denizaltısını tezgaha koyar. Bu sefer daha başarılı
olan bu denizaltı Yunanistan hükümetince satın alınır. Yunan deniz
kuvvetlerince böyle garip bir geminin tecrübe edildiğini duyan Sultan
II.Abdülhamid derhal Bahriye Nazırı Hasan Paşa’ya emir vererek Mr.Garrett’i
İngiltere’den Osmanlı payitahtına davet ettirir. İngiliz hiyel ustası Garrett
padişahın iradesiyle iki tahtelbahir yapmayı kabul eder. Bahriye Nezareti ile
imzaladığı anlaşma gereğince iki adet 30 metre boyunda 3.66 metre eninde ve 160
tonluk bir tekne yapacak ve bu tekne parçalar halinde İstanbul’a getirilecek ve
Haliç’te Türk işçileri tarafından monte edilecektir.
250
beygir kuvvetindeki buhar makinesiyle suyun yüzünde 12 mil hızı olacak, içinde
iki Nordanfil Topu iki torpido kovanı bulunacaktır. Mürettebatının bir kaptan,
iki makinist ve bir ateşçiden ibaret olacağı İki tane tahtelbahir için fiyatı,
isteğe uygun teslim edilmek şartıyla otuzaltıbin Türk altın lirasına mal
olacaktır.
1887
yılında beşer parça halinde İstanbul’a getirilen tekneler Haliç’te Valide
Kızağında Mr.Garrett nezaretinde monte edilir. Ardından denize indirilerek
denemelere başlanır. Birine Abdülmecid diğerine Abdülhamid isimleri verilen bu
iki tahtelbahirden ilkin Abdülhamid olanı tecrübe edilmek istenir. Kahramanımız
Yüzbaşı Develili Halil Kaptan Geminin kumandanlığına Fgetirilir. Bu arada
Develili Halil Kaptan 1885yılında ilk torpidolarımızdan “Şimşir-i Hücum”
botunun da kumandanıdır. Fakat o denizcilik tarihimizde Türk Bahriyesinin ilk
denizaltı kumandanı olmak şerefini taşımaktadır.
Mühendis
Garrett’in denizaltı tecrübelerini Halil Kaptan’a haber vermeden sadece kendi
ekibiyle geceleri gizli gizli yapmasına Halil Kaptan itiraz eder. Zira bu garip
geminin özelliklerini ve aletlerinin nasıl kullanıldığını öğrenmeden bu şekilde
gemiyi teslim alamayacağını belirtir. Nihayet son denemelere Halil Kaptan’ında
katılmasına razı olan Mr.Garrett gündüz denemelerine Haliç’te başlar. O Gün
Halicin o kısmındaki bilumum deniz vasıtasının gezmesi yasaklanır. Dalmaya
hazır hale getirilen Abdülhamid Tahtelbahirinin direkleri ve bacası yatırılır,
menkoller kapatılır. Sarnıçlarına su aldırılan Abdülhamid tahtelbahiri yavaş
yavaş sulara gömülür ve azami derinliğe kadar iner.
Develili
Halil Kaptan deniz banyosu kıyafetiyle geminin içinde yapılan her işi dikkatle
izlemekte ve bu garip teknenin bütün sırlarını öğrenmeye çalışmaktadır. Dalma
başarılı bir sonuç verir ve bir süre sonra sarnıçlar boşaltılarak su üstüne
çıkma manevrasına başlanır. Ancak sarnıçları boşaltan santrafüj aniden durur.
Dakikalar sonra Mr.Garrett ve teknik ekibinin haliyle beti benzi sararmış ve
sarnıç tulumbalarını çalıştırmak için harcanan tüm çabalar da boşa çıkmıştır.
Biraz sonra içerideki havanın tükeneceği hissi de sinirleri iyiden iyiye altüst
eder. Develili Halil Kaptan ölümden korkmadığından mı yoksa soğukkanlılığından
mıdır kendini kaybetmemiş ve arızanın nereden doğduğunu fark ederek
Mr.Garrett’i uyarıp duruma müdahil olmuştur. Gerçekten arıza bulunur. Yeniden
çalıştırılan santrafüjün sarnıçları boşaltmasıyla tahtelbahir su üstüne çıkar.
Mühendis Garrett hayatlarını kurtaran Halil Kaptan’a alenen şükranlarını sunar
ve ona hitaben “Hayatımı kuvvette
olduğu kadar cüret ve sekinette de benzersiz olan Türk milletinin genç subayına
borçluyum. Bununla daima iftihar edeceğim.”dediği rivayet olunur. Halil
Kaptan ise bu başarısıyla hiç övünmez ve tevazu ile arkadaşlarına “Diri
diri mezara girip çıktım. Artık ölümden korkmuyorum” der.
Kaynakça
1.
Anar, İhsan Oktay, Amat (2 b.). İstanbul: İletişim
Yayınları, 2005.
2.
Anar, İhsan Oktay., Tiamat. İstanbul: Everest Yayınları, 2022.
3.
Baudrillard, J., Nesneler
Sistemi, Çev:O. Adanır, & A. Karamollaoğlu, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi,
İstanbul, 2011.
4.
Brown, D.,. Masterclass.
What is a techno-thriller? Examples and types of techno-thrillers, 2021, 09 29
“https://www.masterclass.com/articles/what-is-a-techno-thriller#want-to-learn-more-about-writing.
5.
Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü.
İstanbul: Say Yayınları, 2011.
6.
Durhan, G. (2020).
“Aristoteles‟te tekhne olarak sanatın
epistemik değeri”. Manas Sosyal Araştırmalar
Dergisi, 9(3), 1980-1989.
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1209043
7.
Ecevit, Y., Türk Romanında
Postmodernist Açılımlar İletişim
Yayınları, İstanbul, 2009.
8.
Erhat, Azra, Mitoloji
Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1. Basım, Aralık 1972,
9.
Freud, S. (1999). Tekinsiz. S. Freud içinde, Sanat ve Edebiyat
Çev: E. Kapkın, & A.
Tekşen
Kapkın, Payel Yayınları, İstanbul, s. 354.
10. Giddens, A., Modernliğin Sonuçları, Çev:
E. Kuşdil, Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 2010, s. 4.bölüm
11. Gülsün NAKIBOĞLU, “İhsan Oktay Anar’ın
Tiamat Romanında Teknolojinin “Para-Anormal” Görünümleri”, Filoloji Alanında
Teori ve Araştırmalar Dergisi, Serüven Yayınevi, İzmir, Mart 2022, s.67-86
“https://www.academia.edu/38555938/%C4%B0HSAN_OKTAY_ANAR_AMAT_TAHL%C4%B0L%C4%B0”
12.
Haşlakoğlu,
O. Platon Düşüncesinde Tekhnê: Sanat ve
Felsefenin Ortak
Kökeni Üzerine Bir İnceleme, Sentez Yayınları, Bursa, 2016.
13.
Heidegger, Martin (). “Teknolojiye
İlişkin Soruşturma” Çev: Çüçen Abdül Kadir, 2015
14.
Heidegger, Martin, Varlık ve
Zaman, Sentez Yayıncılık, İstanbul, s. 182-210.
15.
Huyugüzel, Ö. F. (2018).
Eleştiri Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Dergâh Yayınları.
16.
Karaca, Alâattin, “Amat’ın
Dinsel ve Felsefi Teması”, Hürriyet Gösteri Dergisi, 2006
https://www.academia.edu/35420516/Amat%C4%B1n_Dinsel_ve_Felsefi_Temas%C4%B1
17.
Koçakoğlu, A. Yerli Bir
Postmodern: İhsan Oktay Anar, Palet
Yayınları,
Konya, 2010
18.
Muharrem Sinan DERELİ,
“XVIII. Yüzyılda Kalyon Teknolojisi Ve Osmanlı Kalyonları” Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2010.
http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/46170.pdf
19.
Örgen, E. (2008, 06 01).
“Amat’ta Yapı ve Simgeler.” Balıkesir
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı:11(19), 160-174. “https://dergipark.org.tr/en/pub/baunsobed/issue/50242/648183”
20.
Özdemir, Gülseren, “Metinlerarasılık
Bağlamında İhsan Oktay Anar Romanlarının Geleneksel Anlatı Türleriyle İlişkisi”,
II. Türk Dünyası Kültür Kongresi, Ege
Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, İzmir. 2010
21.
Peters, F. E., Antik Yunan
Felsefesi Terimleri Sözlüğü. Çev: Hünler Hakkı., İstanbul: Paradigma Yayınları,
2004.
22.
Yetkin, M. (2022, 02 17).
Gazete Duvar. “ İhsan Oktay Anar’ın Beklenen Romanı: Tiamat”
https://www.gazeteduvar.com.tr/ihsan-oktay-anarin-beklenen-romani-tiamat-haber-1553240
[1] https://www.youtube.com/watch?v=Q58m2WpiZ6Y
[2] https://www.birkultur.com/2021/01/29/denizcilik-kitap-inceleme-1/
[3] ANAR,
İhsan Oktay, Kitab-ül Hiyel, İletişim Yayınları, İstanbul, 5. Baskı,
1999, s.65
[4] Kur’an’da “ Ey Âdem! Sen ve eşin
cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa
zalimlerden olursunuz."(Araf-19) şeklinde bir ağacı ve meyvesini yasak
ettiği geçmektedir.
[5] Tahte-l bahr: “taht” ve “bahr” kelimelerinin birleşiminden
meydana gelen “alt,aşağı” ve “bahr=deniz” manalarını ihtiva eden Arapça
kelimelerinden oluşan bir araç adıdır. Denizin altı=denizaltı
[6] ANAR, İhsan Oktay, Amat, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010
[7] DERELİ, Muharrem Sinan, “XVIII.
Yüzyılda Kalyon Teknolojisi Ve Osmanlı Kalyonları” Yüksek Lisans Tezi, İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2010, http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/46170.pdf
[8] Taşdelen, Vahide Nur, “Zamanın
Döngüselliğinde Amat’tan Mata Uzanan Rota: Postmodernizm, Dini Göndermeler Ve
Parodiler” s.39
https://www.academia.edu/38555938/%C4%B0HSAN_OKTAY_ANAR_AMAT_TAHL%C4%B0L%C4%B0
[9] NAKIBOĞLU, Gülsün, “İhsan Oktay
Anar’ın Tiamat Romanında Teknolojinin “Para-Anormal” Görünümleri”, Filoloji Alanında Teori ve Araştırmalar
Dergisi, Serüven Yayınevi, İzmir, Mart 2022, s.67-86
https://www.academia.edu/38555938/%C4%B0HSAN_OKTAY_ANAR_AMAT_TAHL%C4%B0L%C4%B0
[10] ANAR, İhsan Oktay, Amat,s.230
[11] ANAR, İhsan Oktay, Tiamat, Everest Yayınları, 1. Baskı, İstanbul,
Şubat 2022, s.27
[12]NAKIBOĞLU, Gülsün, “İhsan Oktay Anar’ın
Tiamat Romanında Teknolojinin “Para-Anormal” Görünümleri”
[13]ŞAHİN, Adil - DOĞAN, Atilla, “Mitolojiden
Genel Kamu Hukukuna “Canavar Yaratık” Olgusu: Leviathan, Behemot, Rahav, Yılan
ve Ejderha”, Uluslararası Ekonomi ve
Yenilik Dergisi, Sayı: 3 (2), Yıl:2017, s. 164
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/343746
[14] Durhan, G. (2020). “Aristoteles‟te
tekhne olarak sanatın epistemik değeri”. Manas
Sosyal Araştırmalar Dergisi,Sayı 9(3), 1980-1989.
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1209043
[15] Age. S.29
[16] Anar, Tiamat, s. 66
[17] Age., s.76
[18] Özdemir, Gülseren, “Metinlerarasılık
Bağlamında İhsan Oktay Anar Romanlarının Geleneksel Anlatı Türleriyle İlişkisi”,
II. Türk Dünyası Kültür Kongresi, Ege
Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, İzmir, 2010.
[19] Kitab-ı Mukaddes Tekvin 1
[20] Brown, D., Masterclass, What is a
techno-thriller? Examples and types of techno-thrillers. 2021, s.09-29
“https://www.masterclass.com/articles/what-is-a-techno-thriller#want-to-learn-more-about-writing”
[21] Baudrillard, J., Nesneler Sistemi,
Çev: O. Adanır, & A. Karamollaoğlu, , Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul,
2011.
[22] Sigmund Freud-Ernest Jentsch,
Tekinsizliğin Psikolojisi Üzerine / Tekinsizlik Üzerine, Çevirmen: Hakan Şahin
Laputa Kitap, İstanbul, 1. Basım, 1999.
[23] İhsan Oktay Anar, Tiamat, s. 58
[24] A.g.e , s. 41
[25] İsan Oktay Anar, Tiamat, s. 88.
[26] İhsan Oktay Anar, Tiamat s.19
[27] Tiamat, s.129
[28] Age.,
s.88
[29] Age.,
s.41
[30] Tiamat, s.41
[31] Tiamat, s.85
[32] Tiamat, s.74
[33] Kumandan, Mülazım, Karagümrük, Parlakçı, Tikibom, Baltanur, Daz, Hamamcı, Ateşçi Arap, Gedikli Çavuş, Kral(Çavuş), Abdülbeleş, Sıhhıyeci, Hafız Efendi, Başçarkçı Mühendis Efendi (Züp), Sancı(Baba), Alidüdt, Abdülkehribar, Çuçu, Onbaşı, Kibar.
[34]
Karagümrük, Hamamcı ve Karagümrük'ün İsimsiz Yamağı Çocuk
[35] Tiamat, s.87
[36] Tiamat, s.61
Yorumlar
Yorum Gönder