Tiamat Üzerine Felsefi İnceleme

 

Tiamat Üzerine Felsefi İnceleme


Murat İNCİ

11.06.2022

Yazar Üzerine:

Evrim teorisinin gerçek olup olmadığı yolundaki bir soruyla yola çıkılan sokak röportajında “inanmayı değil de, bilmeyi tercih eden biri”[1] olarak kendisini tanımlayan bir yazarın kitabıdır ellerinizdeki. İhsan Oktay Anar; Mitolojiyi, Latinceyi, Osmanlıcayı, İngilizceyi, İbraniceyi, kabalayı, ebcedi dahil gizem bilgilerini, dinler tarihini, Antik Yunancayı, felsefeyi, kültürel antropolojiyi, tekniği, denizciliği, müziği ve daha nice şeyi uzmanlık düzeyinde bildiğini eserlerinden anladığınız bir yazardır. Dahası derin bir düşünürün tefekkürünün eserini okuduğunuzu size hissettirdiğinde tüm yaşamınızın boşa geçmiş olabileceği hissi sizi derin bir umutsuzlukla kucaklar. Fakat içinizdeki bu yeisi dindirecek yegâne şey, onun kitabının içerisine ustaca yerleştirerek okuruna buldurduğu sırları çözmek ve çözmenin verdiği entelektüel hazzı yaşamaktır. Onu özel yapan bu alanlarda veya fazlasında bilgi sahibi olması değil, bunca farklı bilgiyi bunca girift katman ve doku arasına eklektik biçimde nasıl başarıyla yerleşmesidir. İhsan Oktay, felsefenin hiçbir şeyi değiştirmeyip yalnızca kavramları değiştirdiği gerçeğinden hareketle kavramların peşine düşürür sizi. Bu nedenle bu inceleme edebî bir inceleme olmaktan çok felsefi yöntemle çözümlenecektir.

İhsan Oktay her zaman olduğu gibi gerçek tarihsel veya coğrafi öğelerden arka plan hazırlar. Gerçeklik hissini arttıran bu öğeler aynı zamanda hayal olanların zihin tarafından kabulünü sağlayan araçlardır ve dil de buna hizmet eder. Hemen her okurun takıldığı neden Osmanlıca veya teknik bir dili bu denli yoğun kullandığı sorunsalının yabıtı da aslında burada gizlidir. Tıpkı “abra kadabra” veya “bir varmış bir yokmuş” diyerek başlanan sihir ve gizem dünyasının kapısını açan sözcüklerdir aslında Kurmaca bu dil insanda masalsı bir gerçeklik veya sihrin olduğu bir dünyada bugüne kadar bildiklerinizle onun karşısına çıkarak yargılamaya kalkarak bütün büyüyü bozmanızı engellemek adına bu dille bloke edilir. Çünkü bu hikayenin altında gerçek dünyada karşılaşmaktan hoşlanmayacağınız hakikatler ve gizemler saklıdır. “Kendini saklamayı bilmiş olan yaşamayı da bilmiştir” diyen Ovidius’un dizelerinin tezahürüdür İhsan Oktay’ın bütün yaşamı. Göz önünde olmaktan, orada burada ropörtaj vermek veya söyleşilere katılmaktan zinhar uzak durur. İhsan Oktay’ın aldığı felsefe formasyonu adeta şişede durduğu gibi durmayan bir şeydir hatta Latinlerin “in vino veritas” dedikleri şaraptakine benzer bir hakikattir. Önce alelade sarhoş(kraipele) olmamayı başaracak denli aklı başında kalmalı, sonra esrikliğin (enthousiasmós) verdiği sezgi ve görüyü deneyimlemelisiniz. Azra Erhat’a göre; insan, ancak şarabı elde ettikten sonradır ki yaratıcılığın kökeninde bulunan değişim yapma gücüne kavuşmuştur; çünkü zihinsel bu esriklik halindeki insan, Tanrısal güçle, Tanrının gözüyle ve Tanrıyla yek vücut olarak doğayı ve yarattıklarını bambaşka gözle görüp değerlendirebilir. Hatta bu kendinden geçme ile yaratıcılığını en üst düzeyde tezahür ettirebilir ve gündelik yaşamdaki alışkanlıkları, bu alışkanlıklardan doğmuş sınırları aşarak ihtiyaçlarından biri olan arınmayı ve kurtuluşu gerçekleştirebilir. Çünkü her ne zaman akıl baştan giderse, sırra asla vakıf olamadan yanınızdan gelip geçen aradığınızı tanıyamayacaksınız demektir; fakat öte yandan ve her ne kadar aklı başındaysanız yüreğinizin gözlerini aklın peçesiyle örttüğünden o denli bir aşığın gözleriyle bakamadığından güzellikleri göremeyeceksiniz. İhsan Oktay, metaforlarla konuşmayı, kimi zaman açık kimi zaman örtük mecazları lafın arasında öylesine söyleyiverirken sizi aldatmayı başarabilir. Hatta apaçık bir hikâyenin içerisinde bir yandan eliptik yazmayı ve esoteriye göz kırparken gizemlerle ruhunuzu ateşlemeyi, metinler arasıcılık ve üstkurmaca ile sarhoş etmeyi ve bilgiyle aklınızı doyururken sanatıyla ve gizemleriyle baştan çıkarmayı başarır.

 

Tiamat’ın Metinlerarası Arkaplanı

1962 yılına ait “Hatıralar, Vesikalar, Resimlerle Yakın Tarihimiz” isimli tarih dergisinde; Türklerin yapmış olduğu ilk denizaltı denemeleri yazı serisini okuduğumda denizaltının mucidi İngiliz George William Garrett ve Türk Bahriyesinin ilk denizaltı kumandanı Yüzbaşı Develili Halil Kaptan’ın romandaki gibi Haliç’te gerçekleştirilen tahtelbahir denemelerinin yaşanmış hikayeleri, Kütab-ül Hiyel romanında geçen hayali olayların tarihsel gerçekliği gibidir.[2]

Tarihte III.Ahmed zamanında tersane Baş Mimarı İbrahim Efendi tarafından yapılan bir tahtelbahirden de bahsedilir. Timsah şeklinde olan bu denizaltının deneme sürüşünün Sultan III. Ahmed’in çocuklarının sünnet merasimine denk getirilerek gösteri yaptığı rivayet olunur. Bu denizaltının hikayesini bilgi kirliliği deryasında bulabildiğim en güveniir olanını alıntılayarak metnin sonunda meraklılarına sunmak isterim.

İhsan Oktay Anar’ın ikinci romanı olan Kitab-ül Hiyel isimli kitabının kahramanı Yâfes Çelebi hezarfen bir “hiyel” ustasıdır.[3] Tiamat’ın da arka planındaki gizli kahramanıdır aynı zamanda. Her ne kadar “Hiyel” kelimesi Arapça asıllı “hile, aldatmaca” manasında bir kelimenin çoğulu olsa da romanda makine bilgisi, mekanik teknolojisi anlamlarında kullanılmıştır. İşte bu mecaz-ı mürsel’i; yani ad aktarmayı; anlamlı bir bağıntı düzleminde girift bağıntılar arasına yerleştiremezseniz onun kitabında gizlediği alt anlamları kaçırmış olacaksınız. Elbette keyifli bir roman okuyacaksınız bu kısım kesindir. Ancak bu, tıpkı bir meyvenin kalın kabuğunu sadece tadarak doymak, pek az kişinin tadını bildiği sulu ve lezzetli kısmını hiç tatmadan onu fırlatıp atmak gibidir. Bu meyve, Âdemoğullarına yasaklanmış olan ilk günah gibi hakikat ağacının gizemli meyvesidir.[4] İhsan Oktay’ın ad aktarması, teknolojiye gönderme yaparak Tanrının sadece inanmamızı isterken biz asi kullarının bununla yetinmeyip bilmek istemesine atıftır. İnsan yürüsün koşsun diye yaratılmışken, suyun üstünde veya altında yaşamasına yardımcı olacak aletler icat etmesi onun Şeytanın en sevdiği günah olan kibre sahip olduğunu, yanı sıra da tamahkâr yanını kanıtlar. Bir başka açıdan “Hakikatin Kitabı” olan ve gerçekler ve olmayanları ayırt etmeye yarayan Kutsal Kitapların kinaye ile de zıttı anlamına gelen “Aldatmaca Kitabı” ismini koyması pek manidardır; çünkü İhsan Oktay, anti-kahraman tiplemeleriyle modernite ile savaşan en öndeki cephelerden biridir.

Bir yandan da bu eserde modernitenin yeni tanrısı bilim ve teknolojiyi insanlığın daha zahmetsiz ve konforlu bir yaşam sürmesi amacının tam zıttı olan bin bir türlü ve mümkün olan en fazla sayıda insanı öldürmekte kullanılan silahlar tasarlanması anlamıyla bu eserin bir ironi hatta alegori tarzı olduğunu söylemeliyiz. Aslında bilgimize kaynaklık eden gerçekliğin algı yönetimi sayesinde nasıl da eğilip büküldüğünü, görünür olanın ardındakini unutturulduğunu, gerçeklikten uzak, hile, aldatmaca dolu tuzaklar haline dönüştürüldüğünü işaret ettiği söylenebilir.

Kitab-ül Hiyel’de Yâfes Çelebi bir makine mühendisidir ve büyük ahşap fıçılardan bir tahtelbahir[5] yani denizaltı icat eder ve onu dönemin Osmanlı Sultanı Haliçte saltanat kayığıyla seyrederken birden bire ortaya çıkarak icadını hayranlık yaratacak biçimde sunmak ister. Arızalanan tahtelbahirin neredeyse Yâfes Çelebi’ye mezar olacakken onun son anda kurtulması mümkün olurken gel gelelim Sultanın büyük ödüller vereceği, yanı sıra şan ve şöhrete mazhar olacağı hayalleriyle birlikte sulara gömülür. Sayfa 49 ile 67 arasında ilk kez bir “canavar”dan bahseder ve 26 yıl sonra bu icat, Tiamat isimli yeni romanın kahramanlarına hem yuva hem mezar olacaktır.

İhsan Oktay Anar, Amat[6] romanında olduğu gibi bu romanında da karakterleri ve hikayeleri, tarihten seçtiği kişiler ve olayları referans alarak yeniden kurgulamış ve eserine yerleştirmiştir. Üstte görünen hikâyeye göre iki Osmanlı firkateynini batıran kara sancaklı esrarengiz bir gemiyi aramaya çıkan ve esere adını vermekte olan Amat gemisinin kanlı yolculuğu anlatılmaktadır.[7] Kara sancak, İslam’ın 1400 yıldır simgesidir. İhsan Oktay toplumda kutsal olana doğrudan eleştiri getiremeyeceğinden onu simgeleştirerek veya onun sahip olduğu etkilere olanca gücüyle ve kimi zaman ironik bir dille incelikle tartışmaya taşır.

İhsan Oktay’ın karakterlerini farklı dönemlerden ve mekânlardan özellikle de “İnsanlığın şeytanla mücadelesinde” rehberlik eden kişilerden seçmesi, anlatmak istediği mesajın zamansızlığı ve mekânsızlığını ortaya koymaktadır. Kişiler, zamanlar ve mekânlar değişse de değişmeyen ve ebedi kalan bir şey vardır ki, o da insanın içindeki iyilik-kötülük çatışması ve şeytanla olan mücadelesidir.[8]

İhsan Oktay, eserini postmodernist tarzda ele alarak yeni teknikler uygulamış ve mesajını bu tekniklerle daha çarpıcı hale getirmiştir. Üstkurmaca tekniğiyle okurların gerçeklik algısı üzerine düşünmesini sağlamış, Metinlerarasılık yoluyla eserine felsefi bir yön katarak insanın ezelden beri merak konusu olan “ölüm ve ölümsüzlüğü” sorgulamıştır.[9]

Tiamat’ın İsminin Anlamları

Kitabın asıl ismindeki kök kelime “Amat” İbranicedir ve emet kelimesine yani “gerçek” anlamına gelir. “İnsan böylece canlanıp her emri yerine getirmektedir.” [10] Amat’taki gerçekliğin bilgisi hayatın sonsuz bir döngüden ibaret olduğu veya Süleyman Reis’in anladığı şekliyle sonsuzluğun ancak ruhunu şeytana satarak mümkün olduğudur. Toplumsal ahlakın kalyondaki sorgulamasını ve takibini yapan Süleyman Reis’in gerçekliği bu şekilde yorumlaması olağandır. O da, kalyonun üzerinde yazan ‘Amat’ isminin ilk harfini silerek böylece ‘met’ yani ölüm’e dönüştürerek onun işaret ettiği imleneni de değiştirir.

Kitabın asıl ismi telsiz koduna bakarak belki de Tiamat değil “T1AMAT[11]tır denebilir. Amat’ta suyun yüzeyi insan ile şeytan, iyi ile kötü arasındaki savaş alanıyken T1AMAT’ta Amat’taki savaşın bir ve aynısı ancak bu kere savaş alanı olarak suyun altı seçilmiştir. Aslında Tiamat da Amat’ın bir başka versiyonunu işaret eder biçimde 1. olanıdır.

Amat ismi üstünden gidildiğinde bir postmodern yazar olan İhsan Oktay’ın Tiamat ismini verirken “Ti’ye alınmış gerçekliğin” anlamı bozmayacak biçimde kısaltılmasıyla gerçekliği tiye almakta adeta onunla alay etmektedir denebilir mi? Bana kalırsa bu da mümkün.

T1 Henry Ford’un insanlık tarihinde ilk seri (bant tipi) üretim aracına verdiği isimdi. Olamaz mı diyorsunuz? O halde Tiamat’ın tam bir teknoloji hicvi olan bir romanı olduğunu bilirsek etkili olur mu ikna için? Bu yönde yazılmış makale oldukça makul sayılabilir.[12] Fordizm, insanın üretim bandında mekanik bir üretim otomatına dönüştürülmesi anlamında kullanılan modernizmin anıt kavramlarından biridir. İhsan Oktay, tüm yapıtlarında modernite eleştirisi yapan bir postmoderndir ve bu anıta alegorik yazım tarzıyla hicvederek eleştirisi onun postmodern yapısına da uygundur.

Ayrıca Tiamat, Babil inanışına göre canavar olarak da tasvir edilen kaosun düzenleyicisi Okyanus Tanrıçasının Akatça ismidir. Romandaki ana karakterdir “Canavar”. kötü olanı tüketerek beslenen bir makine olarak tasvir edilir. Bu eğretileme ile adeta bu Canavar Antik çağdan gelip de modernlerin aralarına düşen lanet gibidir. Erdemler geleneğinden kopmanın, insanı bağlamından kopartarak bireyleştirmenin, tamahının önündeki tek engeli kaldırdığımızda her şeyi yıkıp geçmesinin, vicdanı toplumsal sağduyudan çıkartarak bireysel bilince indirgemenin ödenecek bedelleridir: yersiz yurtsuzlaşma, yabancılaşma, anlam arayışı ve mutsuzluk.

Tiamat’ta yaratığa ‘canavar’ denmesinde de bir örtük belki de bilenler için açık gönderme yani eliptik bir yazım tarzı vardır. Çünkü Canavar, dendiğinde en bilineni Kitab-ı Mukaddes’te Leviathan olarak bilenen “deniz canavar”ına gönderme yapar.[13] Aslen Sümerler ile başlayan Canavar Kültü, Babil ile devam etmiş buradaki Tiamat, sonradan Asur ırkına ve buradan da İsrailoğullarında Kitab-ı Mukaddes’te Leviatahan’a dönüşmüştür. Canavar, tıpkı Tiamat’taki gibi “ağzından ateş püskürten, zehri ile güçlüyü güçsüz düşüren bir yaratıktır.” Buradaki canavar da ışığıyla 11 canavar yaratmış birlikte her yeri ve her şeyi ele geçirmekte ve görenlerin aklını başından almaktadır. Hikayedeki Canavar’ın tuhaf elektrik arkıyla beyinlerini boşaltırken ve bedenlerini ele geçirip tıpkı bir kukla gibi onları hareket ettirirken kara mizahın mükemmel bir örneğini verir.

 

Tiamat’ta Başat Öğeler ve Göndermeler:

Teknoloji kavramının kökeni Antik Yunan’da “tekhne” den gelir. Tekhne sanatı da kapsayan insanın yaratma ediminin ve bu ediminin sonuçlarından mürekkeptir. Bir başka deyişle sadece teorik bilgi ile tecrübe ve maharetin bir araya gelmesiyle oluşan etkinliktir.[14] Sanat ve zanaat ayrımı henüz olmadığından felsefeciler ona tenezzül etmezler ve bu alanda mahir olanlar hor görülürler. Dönemin bilim ve bilgiler sınıflandırmasında hep en altlardadır, çünkü kol gücüyle yapılan etkinlikler salt zihin gücü ile yapılanlardan aşağı türde bir bilgidir.

Teknik bilgide amaç daima faydadır. Hayatı kolaylaştıran, yaşamı daha güzel yapan şeyler eklemek, rutinde zaman alan işleri daha kısa sürede ve daha yüksek kesinlikle tamamlamaktır. Bu kitaptaki “Şeytanî teknoloji” kötülüğü emerek beslenmekte ve beyinlerini buharlaştırırken onların akıllarını kümülatif olarak toplamakta ve gittikçe daha akıllı ve tehlikeli hale gelmektedir.

Ganimet olarak alınan sandığın üzerinde “birbirlerini selamlar vaziyette iki melek” figürü bulunmaktadır ve sandık gözleri “kör edici altunî [bir] ışıltı” yaymaktadır[15]. Bir başka bakımdan da kötülüğü yok etmeye programlı üç boyutlu biyo-yazıcı, iki yanındaki parlak meleklerle “Kutsal On Emir”in içinde bulunduğu sanduka’ya benzetilerek, eğretileme yoluyla kutsal olana gönderme yapmaktadır. Çünkü akıl deli doludur ve her şeyi sorgularken, temellendirirken şayet bir gizem, yani dine ait akılla kavranması mümkün olmayan ‘myster’ler ile karşılaştığında kutsal karşısında daima diz çökerek gücünün sınırlarında durmak zorundadır, çünkü durmazsa denmelidir ki akıl akılsızlıkla bir ve aynı şeydir. Bu demek ki aklı başından giden insanların bu durumun kaynağı aslında dinsel olan, kutsal olan ve nihayet akılla kavranabilirin ötesinde olandır. O sınıra geldiğinde, akıl araştırmasını durdurur. Aklımızın alabileceği, gözlerimizin görebileceği açıklığın netliğin de sınırlarına varmışsak onlar artık işlevsizdir. Bundan sonraki alanda sisler içerisindeki bilinmezlik, korku ve huşu hükümdarlığı hüküm sürmektedir. Artık özgür irade yenilgiyi kabullenmeli, kadere gönüllülükle boyun eğmeli, takvâ ve imanla koşulsuz teslim olmalıdır.

Kitabın tamamına hükmeden duygu; gerilim ve özellikle korkudur. Korku, İslam’daki Takvâ’ya, kötülerin bir arada bulunduğu yer olan küçücük alan ‘Cehenneme’ de göndermedir. Hatta Canavar’ın namaz kılışı yine İslam’a yapılan bir göndermedir. Ayrıca nasıl ki cehennemin tasvirindeki çürük yumurtamsı hidrojen sülfit[16] ve sarımsağımsı kükürt[17]kokuya benzer biçimde kokar Canavar.

Kitapta karakter ve olayların örüntüsü, zamanda ileri ve geri gidiş dönüşler bulunmaz. Kitabın ilk katmanını oluşturan birbiri ardınca gelen hikâyelerin, görünürdeki sığ, eğlenceli fakat sathî anlam dünyasında kalarak alt katmanlara inmenizi engelleyecek denli çeşitlilik sunar. Bu tıpkı iştah açıcı ancak midemizi değil ruhumuzu beslemekte işe yarar bir meyve gibidir. Zahirdeki anlam, meyvenin bu tatlı etli sulu ve lezzetli kısmıdır ve eğer bu kısım sizi doyurur da kalanı bir yana atarsanız, kalbindeki sert çekirdeğin altındaki batın, kıymetli ve derin anlamları ıskalayacaksınız demektir.

Zamansal öncelik ve sonralık ilişkisinden doğan yatay zaman fiziksel olarak “o anda, hemen öncesinde ve sonrasında buradalığı” zorunlu kılar ve bizi şimdiye, öncenin ve şimdinin şahitliğine mahkûm eder. Okur, ava giderken avlanmış ve kendi hayal gücünde var edeceğini sandığı dünyanın aslında bir başkasının hayalindeki imgeler olduklarını onlara duyumsatmıştır. Uzun İhsan Efendi, bu alt metinlere ait düşünceyi şöyle dillendirir ve der ki;

“Dünya bir masaldır.”

 Dünyanın masal sizin bir masal kahramanı olduğunuz mekânda gerçek ve hayal bir birine karışmıştır.”[18] Anar, hemen hemen tüm romanlarında kurgunun geçtiği zaman dilimi içindeki dili roman diline uygulayarak bir Osmanlı argosu oluşturur. Oluşturulan bu dil, anlatılan dönemin tarihi özelliklerini yansıtmaktan ziyade romandaki gerçeklik algısının belirginleştirilip silinmesi, ironinin baskın hale getirilmesi, tasarlanan anlatıcı değişikliklerinin hissettirilmesi gibi işlevler için yaratılmış karakteristik bir dildir. Puslu Kıtalar Atlası romanının giriş kısmı gibi yazar okuyucusunda anlatacağı metin hakkında bir algı yaratır. İlk cümle:

 “Soğuk ve karanlık dipler boş ve anlamsızdı”

sonrasında ise 

“Başlangıçta her şey soğuk, boş ve anlamsızdı. Kutsal Rüzgâr sular üzerinde okşar gibi anaforlarla esiyor”

diyerek adeta kendisini tekrar eder gibi görünürken aslında tekrar eden sözcüklerle bizi büyülemek ister. Bu ilk sözcükler kitabın son sözleri arasında da yer alarak adeta mükemmel bir çembere hapsedercesine okurun zihnini aralarındaki olay ve anlamlar dünyasına çeker alır.

Her ne kadar tekrar eder gibi görünse de sonraki cümlede öncekinden farklı olarak önüne eklediği “başlangıç” son derece önemlidir.

Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu.”[19]

Dikkatli olan okurun gözünden kaçmayacak biçimde yine eliptik bir tarzla Kitab-ı Mukaddes’te evrenin yaratılışı anlatılırken kullanılan “başlangıç”, “boş(luk)”, “Tanrı’nın ruhu suların üzerinde” gibi kelimeler bilinçli olarak seçilmiştir.

Tıpkı Puslu Kıtalar Atlası’nda olduğu gibi burada da destanlarda, kutsal kitaplarda alışageldiğimiz olayların yukarıdan izleyen bir kişi tarafından “aktarılır” gibi bir dil kullanılır.

Ayrıca son olarak Kutsal kitaplardaki gibi ana kahramanlar erkektir ve ataerkil bir yapıyı işaret eder.

Anar’ın kitabı aslında tekno-gerilim tarzında yazılmış bir eserdir. Tekno-gerilim yazarları genellikle tarih, politika, bilim konularında derinlemesine uzmandır.[20] Teknik bilgilerle dolu bu eserler genellikle aksiyon ile de renklendirilirken arka planda daima tarihsel ve global bir problem bulunurken gerilim öğesinin yavaş yavaş yükseltilmesiyle hem ortalama okuru yakalar hem de entelektüel okurları tatmin eder.

Baudrillard’a göre insan, modern dünyada, merkezî konumunu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. İnsanın hayatını ve doğallığını hedef alan bu tehdit, onun kendi geliştirdiği teknikle kendisi tarafından üretilmiştir ancak insan artık kendi ürettiği sisteme kendisi hükmedememektedir.[21] Yirminci yüzyıl insanının en büyük açmazı, bu kontrol dışına çıkan ve insana çaresizce boyun eğdiren yüksek teknolojidir.  Kontrolden çıkmış kendi başına hareket eden ‘şey’ ya da ‘nesne’ insanın en temel korkularından birini teşkil etmektedir. Bu tür durumları tanımlamak üzere “tekinsiz” kavramı kullanılır. Freud, “Tekinsiz”[22] başlıklı yazısında kavramı insanın zihninde bastırarak yabancılaştırdığı tanıdık herhangi bir şeyi ifade etmek üzere kullandığını belirterek geniş bir çerçeve çizer. Düşe ait addedilen şey, düşten gerçeğe taşındığında insan bir tekinsizlik duygusuna kapılır. Freud’a göre insan bu belirsizlikten kurtulmak için mantıklı açıklamalar getirmeye çalışarak tekinsizin sebep olduğu ölüm korkusunu yenmeyi dener. Teknolojinin bulunduğu yeni konum, tekinsizin alanında, düş ile gerçeğin karıştığı bir bölgededir. Tekinsizin alanına yerleşen yeni teknoloji insanın kontrol edemediği bir güç olarak onu tehdit edip insanın ölüm korkusuyla burun buruna yaşamasına sebep olur. Baudrillard’ın tanımladığı teknolojinin sebep olduğu korku oldukça yaygındır.  İhsan Oktay ANAR’da adeta gelecekten gelmiş kadim ölüm makinesini teknolojik aleti “tekinsiz nesne” [23] olarak adlandırır.

Romanın mekânı, yirminci yüzyıl teknolojisinin mahsulü bir denizaltıdır. Teknoloji ürünü denizaltı modernitedir. Her nerde yüksek teknolojiden bahsedersek postmoderniteden bahsediliyor demektir. Denizaltı bir elma ise kurdu adeta gelecekten gelmiş yüksek teknoloji ürünü (kötülük) yok edici sanduka biçimdeki makine ise onun kurdudur. İçerideki insanların ruh ve bedenlerini yiyip tüketecek geçmişten gelmiş geleceğin teknolojisi bu kurt, zaman hakkında da çözümü güç bir paradoksa da gebedir.

Denizaltındakiler “Britanya Donanmasına ait B sınıf bir destroyer”i batırıp bir şilebi ele geçirirler[26]. Yine bir karamizah örneği olarak batırıldığı söylenen “Quail” İngilizce’de bıldırcın’dır. Kolay bir av olarak avladıkları bu destroyer aslında onlara “her kuşun eti yenmez” sözünün tezahürü olacaktır sanki.

Romanın arka planı bu kez dünya üzerinde bulunulan yerin adı değil, sadece teknik terminolojideki koordinatları olan bir yerde geçer. İnsanlar gerçek hayattan azade öldürmek için icat edilmiş bir makinenin içerisinde yaşamaktadırlar. Bu insanların varoluş koşulu da işte bu makinedir. Çünkü denizin derinliklerinde ve düşman savaş gemilerinin arasında ancak onun karnında yaşayabilmektedirler. Adeta o bir rahimdir ama yaşam var eden değil ironik biçimde ölüm kusan bir rahimdir. Bu arada yeri gelmişken Tiamat’taki tüm kahramanlar erkektir. Tek dişi Tiamat’tır ve olup bitenlerin hepsi onun rahminde gerçekleşmektedir denebilir.

Tahtelbair’de bulunan insanların var olma koşulu diğer insanların anlamakta zorlanacakları fakat aynı zamanda teknik ve anlaşılmaz bir dille anlaşabilmeleri ve makinenin sadece bir yerinden sorumlu olmalarıdır. Onlar doğru yer ve zamanda basması gereken düğmelere basmakta, çarkları çevirmekte, vidaları sıkmakta, kolları hareket ettirmekte, pompaları çalıştırmakta, zımbırtıları açıp kapatmakta ve kocaman cansız bu makineye hayat veren küçük kötücül cinler gibi yaşamakta, onun kötülüklerini gerçekleştirmesini sağlamaktadırlar. Bir bakıma da insanlar simbiyotik birer canlıya dönüşmüştür çünkü Makinenin hayatta kalabilmesi için insanlar üstlerine düşen mikro alandaki işleri yerine getirmeli, yerine getirdikleri makine de onları canlı tutmaktadır.

Denizaltının Fordist dönemin bant sisteminde çalışan insanları gibi mekanikleşerek üretimi yerine getirmekte sadece bir çarka sadece bir araca dönüşmüşlerdir. Dil benliğin aynası olarak benlikteki parçalanmayı doğrudan yansıtmaktadır. Denizaltı mürettebatı, düşüncelerini dahi tekniğin zorladığı dille aktarırlar. Gerek düşünce gerekse kullanılan ortak iki dilin yapısı da farklılık arz eder. Tekniğin zorunlu kıldığı dili kullanmak için tekniğin yöntemine uygun şekilde yapılandırılmış düzenli bir zihne ihtiyaç vardır. Bu teknik çağında, gelişen teknoloji ile uyumlu olacak şekilde tektipleştirilmiş bir zihindir:

“Almanların harpte çuvallamaları da kitabî olmalarından. Akılcı hasımları yine akılcı olan onları öngörebiliyor. Akıldan akıla yol var çünkü” [24]

Mükemmel bir ironi örneği daha karşımızda. Ortalama bir okur için aklın övgüsü denebilir. Oysa tekniğin tektipleştirdiği ve esinlemeden, yaratıcılıktan pay almamış akıl sadece bir otomattır. Belli girdiler verdiğinizde çıktıları belli olan bir otomat. Sanırım bu açıklamalara en net yanıt kitabın derinliklerinden çıkıp gelerek bana yardım edecektir:

“Akıl, hayatı sürdürme kabiliyetine denir. Biz askeriz, hayatta olmamız önem taşımaz, yakılacak mermiyiz.”

Eğitim, bu çağda ihtiyaç duyulan insan modelini (bireyi) davranış ve düşüncelerini belli bir forma sokarken yönetilmesi kolay bir toplum da oluşturulmuş olur. Teknolojinin kurguladığı bu zihinler:

“…hesaplama ve ispatta, matematiğin ve mantığın esaslarına kuzu kuzu ve hürmetle boyun eğen, itaatkâr ve yumuşak başlı matematikçiler gibiydiler. Çünkü esareti altında yaşadıkları aklın hükümlerini bir ferman gibi kabul etmediklerinde hayatta olamayacaklardı. Var kalmayı hür kalmaya tercih ettiklerinden ruhları, içinde dişlilerin tıkırdadığı bir hesap makinesinden farksız zihinlerinde hapisti[rler]”[25]

Ruhlarıyla bağlantılarını kaybetmiş bu insanlar sadece kendilerine öğretilen sınırların içerisinde düşünebilmektedirler. Bu yeni modern dünyada Tanrı personel alana sıkıştırılarak tahtından indirilmiştir. Artık din istedikleri insan modelini oluşturmada işlevini yerine getiremeyceğinden yeni bir dine ihtiyaç vardır ve bu yeni din; “Bilim” ya da “Teknik”tir. Bu yeni dine inanmayanlar geri kafalılık veya akılsızlıkla suçlanacaklardır. Başka türlü teknolojinin nimetlerinden faydalanarak hayatlarını kolaylaştırmak yerine zor yolu seçenlerin aklıbaşında oldukları nasıl söylenebilir ki? Teknolojinin insana boyun eğdirmesine sebep olan da insan zihninin bu türlü dönüşümüdür. Teknolojinin baştan çıkartıcı bu nimetleri onun hayatına sirayet ederken zamanla onun hayatının aracı olmaktan çıkıp amacı haline ve kendisini teknolojiyi yaşatmakla görevli simbiyotik bir canlıya dönüşecektir zamanla insan.

Heidegger, Ellul ve Baudrillard’ın teknoloji bağlamında bahsettikleri korku, tekinsiz ve büyü, yüksek teknolojinin simgesi sandıkla romanda baş göstermektedir. Teknolojik olan ile yüksek teknoloji numunesi arasında insanın kurduğu ilişkiler bağlamındaki farklılık hemen göze çarpar. Teknolojik bir icadın içinde, onun birer parçası olarak yaşayan denizciler korku duymazlar çünkü makinenin kendi kontrollerinde olduğundan eminlerdir. Oysa ki yüksek teknoloji akledilemez olduğu ölçüde kaygı ve korku kaynağıdır.  İşte kitabın başrolündeki duygu olan bu korkudur. Yavaş yavaş yükselen ve hemen herkesi ele geçiren korku. İnsanlar bu duygu onu ele geçirdiğinde sağa sola kaçışmakta, akıllarını başlarına toplayamamakta, vermesi gereken doğru tepkileri verememektedir. Artık farelerden farksızdırlar ve hatta fareler bile bizden üstündürler çünkü

‘Akıl bize korkmayı öğretti,’ diye cevapladı, ‘Farede akıl yok, o ancak yeterince korkar. Sonra hemen hayatına geri döner.”[27]

“Esareti altında yaşadıkları aklın hükümlerini bir ferman gibi kabul etmediklerinde hayatta olmayacaklardır. Var kalmayı hür kalmaya tercih ettiklerinden ruhları, içinde dişlilerin tıkırdadığı

bir hesap makinesinden farksız zihinlerde hapisti.”[28]

 

Kendilerini ele geçirmeye hazır korku karşısında büsbütün savunmasızken Mülazım idareyi ele alır ve Canavar’ı yenmek için stratejisini açıkla tanımlar. Canavar yedi çivi ile, ki yedi ölümcül günahı hatırlatarak, insanları kontrolü altına alan bu çivilerden kurtulmak gerektiğini söyler. Ancak bir sorun vardır. Şimdiye kadar ele geçirdiği altı insanın aklına karşı tek bir insanın aklı nasıl kazanabilir?

Aptal akıllıyı akıllı da aptalı öngöremez…”

“Akılcı hasımları yine akılcı olan onları öngörebiliyor. Akıldan akıla yol var çünkü… akıl dışı davrandıkları için tahmin edilemezler, ancak deli bir kumandana yenilirler.”[29]

Canavar’ı şöyle tanımlar; açgözlü, iştahlı, şehvetli, bilgi konusunda seçici olmayan, kendine aşırı güvenen, kibirli, karşısındakini küçümseyen, bilinen silahlarla öldürülemeyen ve zeka sarhoşu.

Kendilerinin akıllı olmadığını kabul eden Mülazımın fikri daha önce Kumandan tarafından “İşimiz yapmak, düşünmek değil.”[30] diye dile getirilmişti.

Kitabın sonunda;

“Sanki insanoğlunun bin yılda başına gelenlerin tamamını biz yedi saatte yaşadık.”[31]

 “Aptal asla aptal olduğunu bilemez aksine kendisini zeki ve akıllı sanar, fakat aradki ayrım ne?

 

17 mürettebattan bahseder sayfa 90’da. Bu ânâ dek Gedikli Çavuş, ardından isimsiz iki mürettebat[32], sonra Hafız, canavara yem olmuştur., Kumandan ödü patlayarak ölmüştür. Ardından Mülazım kontrolü ele almak için Mühendis Züp’ü vurur ve şöyle der:

“Ölmekten korkmayın, buradaki tek ölüm sebebi artık benim.”

Tahtelbahir in hikayesi 22 mürettebattan[33] üç kurtulan[34] dışında mürettebatın hepsinin dehşet verici hikayesiyle birlikte sulara gömülmesiyle biter. Bu kitap akılsızlığın zaferidir, akıl sulara gömülmüştür ve hiçliğe dönüşmüştür, yeryüzü akılsızlara emanettir. Güçlü idealleri olan ve ülkülere inanan çelikten beyinleri kaypak güvenilmez olanlar yönetir.[35]Bana kalırsa başlangıçta altın olan meleklerin siyah bir ifrite dönüşmesi[36] gibi her şey onlara gerçek yüzlerini göstermeye başlar. Işığa gidelim derken karanlığa, Tanrı yerine şeytana, cennet yerine cehennemi seçtiklerini bilmeden yaşar ve hayatımızın sonunda hiçliğe karışır kayboluruz. Tıpkı kitabın başlangıç cümleleriyle bitiş cümlelerinin teadüf denemeycek kadar önemli bir nedenle tekrarı gibi yazar çemberi tamamlayarak okuru bu çemberin içine hapseder ve etkisinden uzun süre kurtulamayacağınız bir hikayeye dönüşür. Bu döngü yaşam-ölüm döngüsüne, acıkma-doyma, iyilik- kötülük döngüsüne kapılıp tükettiğimiz yaşamımızı işaret eder gibidir.

Sonunda aklıda yankılanan bir başka soru da şudur:

“Akıllı olmayan kendisini akıllı zanneder, akıllı da kendisini akıllı zanneder. Peki ya aralarındaki ayrım nedir?” Bu ayrımı bulamazsak akıllı akılsızla, bilgili bilgisizle, duygulu duygusuzla aynı noktada buluşurlar.. Hakikatin olmadığı sonsuz bir oluşta.

 


 

 Tahtelbahirlerin Hikayesi:

İlk denizaltı prototipi İngiliz mühendis William Garrettt tarafından Liverpol’da 1879 yılında yapılır. Bugünkü denizaltına teknik olarak hiç benzemeyen bu ilkel 45 tonluk denizaltının ilk denemesi başarısız olur. Biraz daha büyük yaptığı ikinci denizaltı da ikinci denemesinde Mr.Garrett içinde olmadığı halde daldığı yerden bir daha çıkamaz ve içindeki üç uzman personele bilim uğrunda mezar olur.

Roman kahramanımız Yafes Çelebi gibi hiç usanmadan çalışmalarına devam eden Mr.Garrett artık İngiltere’de para bulamaz ve nihayetinde ünlü İsveçli bir silah fabrikatörü Thorsten Nordenfelt imdadına yetişir ve onun desteğiyle 1885 yılında Stokholm’de üçüncü denizaltısını tezgaha koyar. Bu sefer daha başarılı olan bu denizaltı Yunanistan hükümetince satın alınır. Yunan deniz kuvvetlerince böyle garip bir geminin tecrübe edildiğini duyan Sultan II.Abdülhamid derhal Bahriye Nazırı Hasan Paşa’ya emir vererek Mr.Garrett’i İngiltere’den Osmanlı payitahtına davet ettirir. İngiliz hiyel ustası Garrett padişahın iradesiyle iki tahtelbahir yapmayı kabul eder. Bahriye Nezareti ile imzaladığı anlaşma gereğince iki adet 30 metre boyunda 3.66 metre eninde ve 160 tonluk bir tekne yapacak ve bu tekne parçalar halinde İstanbul’a getirilecek ve Haliç’te Türk işçileri tarafından monte edilecektir.

250 beygir kuvvetindeki buhar makinesiyle suyun yüzünde 12 mil hızı olacak, içinde iki Nordanfil Topu iki torpido kovanı bulunacaktır. Mürettebatının bir kaptan, iki makinist ve bir ateşçiden ibaret olacağı İki tane tahtelbahir için fiyatı, isteğe uygun teslim edilmek şartıyla otuzaltıbin Türk altın lirasına mal olacaktır.

1887 yılında beşer parça halinde İstanbul’a getirilen tekneler Haliç’te Valide Kızağında Mr.Garrett nezaretinde monte edilir. Ardından denize indirilerek denemelere başlanır. Birine Abdülmecid diğerine Abdülhamid isimleri verilen bu iki tahtelbahirden ilkin Abdülhamid olanı tecrübe edilmek istenir. Kahramanımız Yüzbaşı Develili Halil Kaptan Geminin kumandanlığına Fgetirilir. Bu arada Develili Halil Kaptan 1885yılında ilk torpidolarımızdan “Şimşir-i Hücum” botunun da kumandanıdır. Fakat o denizcilik tarihimizde Türk Bahriyesinin ilk denizaltı kumandanı olmak şerefini taşımaktadır.

Mühendis Garrett’in denizaltı tecrübelerini Halil Kaptan’a haber vermeden sadece kendi ekibiyle geceleri gizli gizli yapmasına Halil Kaptan itiraz eder. Zira bu garip geminin özelliklerini ve aletlerinin nasıl kullanıldığını öğrenmeden bu şekilde gemiyi teslim alamayacağını belirtir. Nihayet son denemelere Halil Kaptan’ında katılmasına razı olan Mr.Garrett gündüz denemelerine Haliç’te başlar. O Gün Halicin o kısmındaki bilumum deniz vasıtasının gezmesi yasaklanır. Dalmaya hazır hale getirilen Abdülhamid Tahtelbahirinin direkleri ve bacası yatırılır, menkoller kapatılır. Sarnıçlarına su aldırılan Abdülhamid tahtelbahiri yavaş yavaş sulara gömülür ve azami derinliğe kadar iner.

Develili Halil Kaptan deniz banyosu kıyafetiyle geminin içinde yapılan her işi dikkatle izlemekte ve bu garip teknenin bütün sırlarını öğrenmeye çalışmaktadır. Dalma başarılı bir sonuç verir ve bir süre sonra sarnıçlar boşaltılarak su üstüne çıkma manevrasına başlanır. Ancak sarnıçları boşaltan santrafüj aniden durur. Dakikalar sonra Mr.Garrett ve teknik ekibinin haliyle beti benzi sararmış ve sarnıç tulumbalarını çalıştırmak için harcanan tüm çabalar da boşa çıkmıştır. Biraz sonra içerideki havanın tükeneceği hissi de sinirleri iyiden iyiye altüst eder. Develili Halil Kaptan ölümden korkmadığından mı yoksa soğukkanlılığından mıdır kendini kaybetmemiş ve arızanın nereden doğduğunu fark ederek Mr.Garrett’i uyarıp duruma müdahil olmuştur. Gerçekten arıza bulunur. Yeniden çalıştırılan santrafüjün sarnıçları boşaltmasıyla tahtelbahir su üstüne çıkar. Mühendis Garrett hayatlarını kurtaran Halil Kaptan’a alenen şükranlarını sunar ve ona hitaben “Hayatımı kuvvette olduğu kadar cüret ve sekinette de benzersiz olan Türk milletinin genç subayına borçluyum. Bununla daima iftihar edeceğim.”dediği rivayet olunur. Halil Kaptan ise bu başarısıyla hiç övünmez ve tevazu ile arkadaşlarına “Diri diri mezara girip çıktım. Artık ölümden korkmuyorum” der.

 

Kaynakça

 

1.             Anar, İhsan Oktay, Amat (2 b.). İstanbul: İletişim Yayınları, 2005.

2.             Anar, İhsan Oktay., Tiamat. İstanbul: Everest Yayınları, 2022.

3.             Baudrillard, J., Nesneler Sistemi, Çev:O. Adanır, & A. Karamollaoğlu, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2011.

4.             Brown, D.,. Masterclass. What is a techno-thriller? Examples and types of techno-thrillers, 2021, 09 29

“https://www.masterclass.com/articles/what-is-a-techno-thriller#want-to-learn-more-about-writing.

5.             Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Say Yayınları, 2011.

6.             Durhan, G. (2020). “Aristoteles‟te tekhne olarak sanatın epistemik değeri”. Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, 9(3), 1980-1989.

 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1209043

7.        Ecevit, Y., Türk Romanında Postmodernist Açılımlar İletişim Yayınları, İstanbul, 2009.

8.        Erhat, Azra, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1. Basım, Aralık 1972,

9.        Freud, S. (1999). Tekinsiz. S. Freud içinde, Sanat ve Edebiyat Çev: E. Kapkın, & A.

Tekşen Kapkın, Payel Yayınları, İstanbul, s. 354.

10.    Giddens, A., Modernliğin Sonuçları, Çev: E. Kuşdil, Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 2010, s. 4.bölüm

11.    Gülsün NAKIBOĞLU, “İhsan Oktay Anar’ın Tiamat Romanında Teknolojinin “Para-Anormal” Görünümleri”, Filoloji Alanında Teori ve Araştırmalar Dergisi, Serüven Yayınevi, İzmir, Mart 2022, s.67-86

“https://www.academia.edu/38555938/%C4%B0HSAN_OKTAY_ANAR_AMAT_TAHL%C4%B0L%C4%B0”

12.                  Haşlakoğlu, O. Platon Düşüncesinde Tekhnê: Sanat ve Felsefenin Ortak

Kökeni Üzerine Bir İnceleme, Sentez Yayınları, Bursa, 2016.

13.                  Heidegger, Martin (). “Teknolojiye İlişkin Soruşturma” Çev: Çüçen Abdül Kadir, 2015

14.                  Heidegger, Martin, Varlık ve Zaman, Sentez Yayıncılık, İstanbul, s. 182-210.

15.                  Huyugüzel, Ö. F. (2018). Eleştiri Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Dergâh Yayınları.

16.                  Karaca, Alâattin, “Amat’ın Dinsel ve Felsefi Teması”, Hürriyet Gösteri Dergisi, 2006

https://www.academia.edu/35420516/Amat%C4%B1n_Dinsel_ve_Felsefi_Temas%C4%B1

17.                  Koçakoğlu, A. Yerli Bir Postmodern: İhsan Oktay Anar, Palet

Yayınları, Konya, 2010

18.                  Muharrem Sinan DERELİ, “XVIII. Yüzyılda Kalyon Teknolojisi Ve Osmanlı Kalyonları” Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2010.

http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/46170.pdf

19.                  Örgen, E. (2008, 06 01). “Amat’ta Yapı ve Simgeler.” Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı:11(19), 160-174. “https://dergipark.org.tr/en/pub/baunsobed/issue/50242/648183”

20.                  Özdemir, Gülseren, “Metinlerarasılık Bağlamında İhsan Oktay Anar Romanlarının Geleneksel Anlatı Türleriyle İlişkisi”, II. Türk Dünyası Kültür Kongresi, Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, İzmir. 2010

21.                  Peters, F. E., Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü. Çev: Hünler Hakkı., İstanbul: Paradigma Yayınları, 2004.

22.                  Yetkin, M. (2022, 02 17). Gazete Duvar. “ İhsan Oktay Anar’ın Beklenen Romanı: Tiamat”

https://www.gazeteduvar.com.tr/ihsan-oktay-anarin-beklenen-romani-tiamat-haber-1553240



[1] https://www.youtube.com/watch?v=Q58m2WpiZ6Y

[2] https://www.birkultur.com/2021/01/29/denizcilik-kitap-inceleme-1/

[3] ANAR, İhsan Oktay, Kitab-ül Hiyel, İletişim Yayınları, İstanbul, 5. Baskı, 1999, s.65

[4] Kur’an’da “ Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz."(Araf-19) şeklinde bir ağacı ve meyvesini yasak ettiği geçmektedir.

[5] Tahte-l bahr: “taht” ve “bahr” kelimelerinin birleşiminden meydana gelen “alt,aşağı” ve “bahr=deniz” manalarını ihtiva eden Arapça  kelimelerinden oluşan bir araç adıdır. Denizin altı=denizaltı

[6] ANAR, İhsan Oktay, Amat, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010

[7] DERELİ, Muharrem Sinan, “XVIII. Yüzyılda Kalyon Teknolojisi Ve Osmanlı Kalyonları” Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2010, http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/46170.pdf

[8] Taşdelen, Vahide Nur, “Zamanın Döngüselliğinde Amat’tan Mata Uzanan Rota: Postmodernizm, Dini Göndermeler Ve Parodiler” s.39

https://www.academia.edu/38555938/%C4%B0HSAN_OKTAY_ANAR_AMAT_TAHL%C4%B0L%C4%B0

[9] NAKIBOĞLU, Gülsün, “İhsan Oktay Anar’ın Tiamat Romanında Teknolojinin “Para-Anormal” Görünümleri”, Filoloji Alanında Teori ve Araştırmalar Dergisi, Serüven Yayınevi, İzmir, Mart 2022, s.67-86

https://www.academia.edu/38555938/%C4%B0HSAN_OKTAY_ANAR_AMAT_TAHL%C4%B0L%C4%B0

[10] ANAR, İhsan Oktay, Amat,s.230

[11] ANAR, İhsan Oktay, Tiamat, Everest Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Şubat 2022, s.27

[12]NAKIBOĞLU, Gülsün, “İhsan Oktay Anar’ın Tiamat Romanında Teknolojinin “Para-Anormal” Görünümleri”

[13]ŞAHİN, Adil - DOĞAN, Atilla, “Mitolojiden Genel Kamu Hukukuna “Canavar Yaratık” Olgusu: Leviathan, Behemot, Rahav, Yılan ve Ejderha”, Uluslararası Ekonomi ve Yenilik Dergisi, Sayı: 3 (2), Yıl:2017, s. 164 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/343746

[14] Durhan, G. (2020). “Aristoteles‟te tekhne olarak sanatın epistemik değeri”. Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi,Sayı 9(3), 1980-1989.

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1209043

[15] Age. S.29

[16] Anar, Tiamat, s. 66

[17] Age., s.76

[18] Özdemir, Gülseren, “Metinlerarasılık Bağlamında İhsan Oktay Anar Romanlarının Geleneksel Anlatı Türleriyle İlişkisi”, II. Türk Dünyası Kültür Kongresi, Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, İzmir, 2010.

[19] Kitab-ı Mukaddes Tekvin 1

[20] Brown, D., Masterclass, What is a techno-thriller? Examples and types of techno-thrillers. 2021, s.09-29

“https://www.masterclass.com/articles/what-is-a-techno-thriller#want-to-learn-more-about-writing”

[21] Baudrillard, J., Nesneler Sistemi, Çev: O. Adanır, & A. Karamollaoğlu, , Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2011.

[22] Sigmund Freud-Ernest Jentsch, Tekinsizliğin Psikolojisi Üzerine / Tekinsizlik Üzerine, Çevirmen: Hakan Şahin Laputa Kitap, İstanbul, 1. Basım, 1999.

[23] İhsan Oktay Anar, Tiamat, s. 58

[24] A.g.e ,  s. 41

[25] İsan Oktay Anar, Tiamat, s. 88.

[26] İhsan Oktay Anar, Tiamat s.19

[27] Tiamat, s.129

[28] Age., s.88

[29] Age., s.41

[30] Tiamat, s.41

[31] Tiamat, s.85

[32] Tiamat, s.74

[33] Kumandan, Mülazım, Karagümrük, Parlakçı, Tikibom, Baltanur, Daz, Hamamcı, Ateşçi Arap, Gedikli Çavuş, Kral(Çavuş), Abdülbeleş, Sıhhıyeci, Hafız Efendi, Başçarkçı Mühendis Efendi (Züp), Sancı(Baba), Alidüdt, Abdülkehribar, Çuçu, Onbaşı, Kibar. 

[34] Karagümrük, Hamamcı ve Karagümrük'ün İsimsiz Yamağı Çocuk

[35] Tiamat, s.87

[36] Tiamat, s.61

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yüzyıllık Yalnızlık Gabriel Garcia Marquez İnceleme

"Şairin Romanı" Murathan MUNGAN'ın kitabı

Murat İnci kimdir