DENİZ GEZGİN AHRAZ İSİMLİ ROMANIN İNCELENMESİ

 

 


 Ahraz’ın Hikayesi;

Kavramların geçirdikleri evrim anlam değişimi ve genişlemesi bize başka hikayeler anlatır. Etimolojik geçmişine bakıldığında Story ve History aynı köklerden gelmekte olan iki ayrı anlamdaki kelimedir.

Story: "Bağıntılı açıklamaların anlatımıdır. Aynı zamanda, bazı olayların ilişkisi ya da olayların anlatımı" anlamındadır. Stroy’ler tekil veya tikel olayları durumları kişileri içerir.

History ise Yunanca “Histor” kökünden gelmektedir.[1] ve “Historein” kelimesine kaynaklık eder. Tarihsel anlatının da iddiasını oluşturan düşünce biçimine kaynaklık eden sözlerdir ve tekil veya tikel olaylardaki tümel olanı aktarmak amaçlı mesel, misal veya emsal’in de aracı/aracısıdır.

Story’de tek yalnız, tekil olanın sonlu, gelip geçici olanın aktarılması olduğundan tümel olanı bütünsel, genel geçer olanı içermez ve tümel içermediğinden olası bir hakikat de içermez. Doğuştan ölümlü ve gelip geçici olduğunu hatırlatmak istercesine insanoğlunun isimlerinden birdir ‘fâni’. Bu ayı zamanda onun yaşadıklarının değersiz ve yaşadığı yerin önemsiz olduğu kadar birlikte yaşadığı canlıların da aynı kaderi paylaşmaları bakımından “bir gölgenin kaderi”ni paylaştıkları anlamını taşır. Ahraz; gölgesi olmayanların, yapayalnız, tekliğe mahkûm olanların “hikayesidir”. Aslında tarihe konu olmayan ve tarihi olmayanların olsa olsa hikayesi olabilir. Adile, İsrafil, Marika, Yusuf, Zehra ile Mavi’nin hikayelerini anlatır. Fakat bu hikâye aslında bahsetmek istemeyeceklerimiz ve tarihte bu güne kadar hep örnekleri yaşanmışsa da dile getirilmediği ve aktarılmaya değer bulunmadığından hikayesi olmayanların hikayesini anlatma, hatta onlara hak ettikleri bir yeri tarihte verme girişimidir.

Ahraz’da parantez içine alınmışların, kenara itilmişlerin, yersiz yurtsuzların, ötekilerin bir birlik olma, itilaf hali vardır. Onlar belirli bir çıkar ve amaç birliği ile iradeleriyle bir araya gelmiş olmadıklarından ittifaktan, kalabalıktan topluluğa geçtiklerinden bahsedilemez. Onlar hayat ve hayatın kendilerine biçtiği kaderin onlara açtığı savaşta sığınacak yeri olmayanlar birbirlerine sığınıp ‘gölgesizler itilafı’nı oluştururlar. Karakterler birbirlerini yaralarından tanıyorlar. Yaraları görünür olanları tanımak kolayken derinde olanları o denli kolay değildir. Görünmez yaraların yarattığı hüzünden doğan yeis, incinmişlikten doğan kızgınlık ve öfke, yapayalnızlıktan ve ötekilerin açtığı yaralardan kaynaklı korku… işte bütün bunlar bizlerde yazısız, dilsiz bir iletişime tıpkı bitki ve hayvanların olduğu gibi feromonlardan oluşan bir uyarı veya bilmeye yol açar. Nasıl ki uzaktan geçen birinin kokusundaki korkudan tanırsa bir köpek kötü niyetli olanı insanlar da bilirler kokusuz kokusundan ve korkusundan ötekini. Kitapta koku duyusu başroldedir. Duyularımızın en ilkeli, en eskisi ve en güçlüsü ve en hafıza merkezimize yakın olduğundan hatıralarımızda yer edeni. Kötülük küf, maya kokar kokar. Sevdiği bir sokakta yürürken duyduğu biber kızartması kokusu, tadını bildiğinden değil, sadece ona huzur verdiğinden değerlidir İsrafil için. Koku ile anlam bulur her şey. “Zamanın peşinde bir tohum gibi uçan kokular, dokundukları şeylere sinerek ürer ve hayatın bileğine anlam mühürler. Bu yüzden anlamsızlığın bir kokusu yoktur.” Cehennemdeki ateşi hatırlatır biçimde is kokar kimi zaman. Nasıl ki büyük kötülükler ateş ve engin denizle ortadan kaldırılırsa kasaba da bütün kötülükleriyle yanarak kül olur, tıpkı bir başka kötülük olan babası gibi. Adile, İsrafil sütten kesildikten sonra çocuk kendisiyle aynı hayatı yaşamasın diye suskunluğa gömülür ve bu süreçten sonra koku alamaz. Kendisini mahkum ettiği harabenin içinde yaşamının sonuna kadar kimselere dokunmadan, kokusunu almadan yaşar. Kötülüklerden uzak kalabilmenin tek yoludur çünkü bu. Zaten, “Adile doğduğunda hayat kapısı üstüne kilitlenmişti; anahtarı aramayı bir kez bile aklından” geçirmemişti.

Sonra da dokunma duyusu… Beynimizde, sadece kullandığımız elin merkezinin büyüklüğünün bütün diğer duyularımızın toplamından daha büyük yer kapladığını duyduğumda inanmakta zorlanmıştım. Ahraz, seslerden azade hayatında bir başka duyuyu geliştirerek bu boşluğu doldurur. Dokunduğundaki o pürüzsüzlük ona huzur verir sadece uzun yıllar boyunca. Ama aşkı tattıktan sonra Marika’nın teni alacaktır yerini. Mavi Sokak köpeğidir. Ahraz’da İsrafil’le köpek Mavi’nin birlikteliği iradi olarak bir araya gelme değildi, birbirlerini yaralarından tanıyıp yalayarak iyileştirdi biri ötekinin, diğeri de onun mavi boyasıyla diğer tüm hemcinslerinin aralarına kabul etmediğini hayatına dahil ederek. Mavinin ölümü kendini feda etmeyle gerçekleşen bir sonuçtur. Bir canavarın ellerine yoldaşı kaçıp kurtulsun diye bırakır kendisini.

 Kitabın tamamına hükmeden bir kasvet var. İlk otuz sayfayı okurken boğazımda bir düğümle ve yüreğime oturan bir hayatın gam yükü ağırlığıyla zorlukla nefes alarak okudum. Kötülüğün bin bir türü ile ruhum daraldı. Kötülük ama saf kötülük başrolde kitapta. Hiç mi umut yok? Ölü doğan bir bebek umudun daha içimizde doğmadan öldüğünün işareti. “Ahraz, uykuda olduğumuzun farkında olduğumuz ama gördüğümüz kabustan sıyrılmak, kurtulmak için bir an önce uyanmayı isteyişimiz gibi, kurtulmak için hızla okunan bir kitap.”[2] demiş Sümeyra ÇELEBİ. Çok haklı bana kalırsa.

Baş karakteri lütfen Uzun A ile okuyup Âdile demeyin.

O Adile, yani adaletle ilgisi olmayan Dişil adil olan anlamında bir isim değil sanki

Adil olanla ve adaletle hiç karşılaşmamış olan nasıl bu ismi taşıyabilir ki? Hatta “A-dile” bana kalırsa. Oğlu nasıl sağırsa kendisi de dilsiz. A dile yani söyleyecek sözü ve dili olmayan dünyadaki bütün kötülüklere karşı. Öyle ki Tanrının laneti ile oğlu nasıl sağır ve dilsiz ise o da sağır ve dilsiz. Ama bedduası var sadece istisna. Öylesine güçlü bir ah ki, kendini yakan alevlerin geri kalanları da yakmasına sebep. Fakat aynı zamanda ölü doğan çocukların, öfkeyle yağan veya hiç yağmayıp toprakların kavrulmasına seyirci yağmurun.

Ahraz; sağır ve dilsiz anlamındaki Anadolu deyimidir. Kendi duygularını ve kendi dilini oluşturmak zorunda kalan ve yalnızlığı Mavi ve Yusufla hatırlarken Marika’ya aşkı ile yaşadığını anlayan sadece İsrafile değil Adile’ye de gönderme yapar.

İsrafil; İslam ve Hristiyanlık inançlarına göre dört büyük melekten birisidir. İsrâfil'in görevi kıyamet günü Sûr'a üflemektir. İsrâfil kıyamet gününde kendisine verilen emir ile ile iki defa Sûr'a üfleyecektir. (Zümer suresi 68. Ayet) Kur'an'da bahsedildiği gibi İsrafil ihya ile görevli bir melektir. İhya görevi demek sadece Tanrıya mahsus olan "hayat verme" görevini uygulaması demektir. Kıyametten sonra evrende büyük bir kozmik sessizlik oluşacak. Daha sonra oluşan bu sessizliği İsrâfil'in sura üflemesi ile son bulacak kainattaki bütün canlılar dirilecek ve hayat bulacak. Bu sur üflemesi ile bütün akıl sahibi kişiler mahşer gününde toplanacak ve mahşer gününde hesap verecektir. Günahları sevaplarından çok olan kişiler Cehenneme, sevapları günahlarından çok olan kişiler ise Cennet'e gidecektir. İsrafil sura üflemiştir Marika gidince, kasabadan geriye kül ve kavrulmuş taşlar kalmıştır. Bundan sonra herkes onun kadar evsiz, onun kadar yersiz yurtsuz ve yabancısıdır. Melekler ölümden sonra vaad edilmiş olsalar bile bu hayatta da vardırlar bundan sonra.

Tahtadan balık simgesi sadece basit bir kurgudan fazlasını anlatır. Balığın Hristiyanlıkta özel bir gizemli simge anlamında kullanıldığını görürüz. Bu balık “ΙΧΘΥΣ" “İhthis” olarak adlandırılır ve Antik Yunanca’da ‘balık’ anlamına gelir. Üzerindeki harfler ‘İsa Mesih, Tanrı’nın Oğlu , Kurtarıcı’ kelimelerinin ilk harflerinden oluşur.[3] Hristiyanlığa ait bir çok simge arasında bu daha saklı olarak neden konulmuştur? Sanırım Yazarın dil oyunlarından biridir bu. Kitabın kapağında asıl imge olarak gizem takip eden okurlarına gizli bir hazine olarak sunulmuştur.

 

   


Yıkıntıya dönüşmüş kiliseye gider İsrafil sık sık. Buradaki fresklere bakarak hayal kurar. Meryemin elindekini bir kuzuya benzetir. Bu İncil’de “Tanrı’nın Kuzusu” benzetmesine gönderir.[4] Kuzu benzetmesi hem iki din arasında bağ işlevi görür hem de yeni gelenekte bir myster inşa etmekte kullanılır. Musevilikteki “Pesah” adağına gönderim yaparken bir yandan da Hristiyanlıkta diğer insanların günahlarının bağışlanması uğruna kefaret olarak canını adamasını anıştıran simgedir. Tanrı tarafından “Kurtların arasına kuzu olarak salınmıştır” İsa (Matta-10:16) İsrafil de kendisine yapılan kötülükler, kendisine söylenen kötü sözler karşısında sağır ve dilsizdir. Bir yanağına tokat atana diğer yanağını çeviren, İsa gibi hiçbir tepki vermez, kötülüğü kötülükle beslemez.


Yusuf; gök renkli bir yoldaş ve ağaç elli bir rehber olarak tanımlanır., Kendilerine sığınan Rahip ve Marika’yı savunurken aklında kendisi gibi olanları gözetmek duygusuyla hareket eden bir adamdır. Hatta kendi teknesini kendisi yaparak Ahraz’ı karşı adaya taşırken Styx nehrindeki kayıkçı Kharon’dur. Ahrazı alıp cennete taşıyan.

Başlangıçtaki yaradılış hikayesinde tartışması bitip tükenmeyen bir konu var. Daha doğrusu yanlışlık var[5] Genel kabul gören anlayışa göre İslam'da Allah insanı 'Kendi' suretinden değil 'Adem'in suretinden yaratmıştır. Bunun doğal sonucu olarak insan yapayalnızdır Ademoğlu. Fakat kendi atası Adem’den gelen ruhundaki kir ve günahla doğar. İnsanoğlu, saf ve temiz olarak doğar İslam inancında. Şeytan onu aklına soktuğu fikirlerle, dile getirdikleriyle ve yapıp etmeleriyle  kirletir insanı ve yaşamın kiri ona bulaşır sonunda. Günahsız doğan bebek İsrafil, günahkâr doğan insanlardan biri olarak sanki İslam dışı, toplumun genel görülerine de aykırı doğmuştur. Tüm dinlerdeki tabu olan ensesttir ve onu kirleten bu yasak eylemin sonucu olarak doğmuş olmasıdır. Hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey söylemeden kendisinden uzak durulması gereken bir lanete dönüşmüştür. Bu lanet ancak aşkın büyüsüyle bozulan bir lanettir. Masala dönüşür onun varlığıyla bir karabasan. Bir kurbağayı öpen prenses misali Marika onun hayatına dokunur ve yeniden yaşamaya başlar İsrafil.

Çöp toplayarak yaşamını sürdüren, yalnızlığa ve sessizliğe lanetlenmiş bu masum, tekliğe hapsedilmiştir. Dünya onun için bir resimdir, gözleriyle takip edebildiği. Daha sonra çiviyle üzerine bir şeyler çizmeye başlar; içinde ne varsa. Çivi onun dili olur, çizdikleri de sözcükleri.[6] Hayatın kapısı yüzüne kapanmış Adile’den farklı olarak Hüseyin tahtadan bir balık yaparak ona anahtar hediye eder ve Marika da o kapıyı aralar.

Kitabın dili masalsı bir dildir ve betimlemelerdeki özgünlük bize kuracağı yeni bir gerçeklikte yeni imkanlar sunabilir böylece. İhsan Oktay ANAR’ın kurgusal gerçekliğiyle karşılaşırız bu kitapta. Mekan bir Ege kasabasıdır gerçekçilik katmak için

Kitapta pek çok metinler arası gönderme ve katmanlı anlatıma dair örtük işaret de bulunur.

Kutsal kitaptan alıntıyla başlar, Kafka’nın Dönüşüm’üne Ahraz’a “Böcek” diye seslendiğinde, Kahramanın ve bütün kötülüklerin ateşle yok edilmesi Umberto ECO’nun Gülün Adı ve Elias CANETTİ’nin Körleşme eserine ve daha nicesine.



[1] https://www.etymonline.com/word/history

[2] https://www.dunyabizim.com/kitap/kasvet-denizinde-bir-ahraz-h35845.html

[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0hthis

[4] https://tr.wikipedia.org/wiki/Tanr%C4%B1%27n%C4%B1n_Kuzusu

[5] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/160577

[6]https://www.academia.edu/45397402/Y%C4%B1k%C4%B1k_Kasaban%C4%B1n_Toplay%C4%B1c%C4%B1lar%C4%B1_%C4%B0frit_Adile_Ahraz_%C4%B0srafil

Yorumlar

  1. Sevgili Hocam, harika bir kitap anlatımı olmuş eline, diline, yüreğine sağlık. 👏🏾👍🏾

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yüzyıllık Yalnızlık Gabriel Garcia Marquez İnceleme

"Şairin Romanı" Murathan MUNGAN'ın kitabı

Murat İnci kimdir