Dostoyevski "Budala" İsimli Eserinin İncelenmesi

 

Dostoyevski’nin, 1867 yılında 46 yaşındayken Basel’de gördüğü Hans Holbein’in “Ölü İsa’nın Mezardaki Bedeni” isimli eseri ruhunda yıkıcı bir depreme yol açar. 

Tablo, fresk ve heykellerde resmedildiği bir ışıltı, güzellik ve ilahiliğin aksine bu tabloda İsa çürümekte olan bedeni ile resmedilmiştir. Dostoyevski eşine “bu resmin insanı dinden çıkartabileceğini” söylemesi üzerinde yarattığı derin etkiyi özetler. İsa’ya yürekten inandığını söyleyen, etrafındakileri de inanmaya teşvik eden bir kişinin veya ateistlerle alay eden yazılar yazan bir kişinin ateizme yönelmesinden bahsedemeyiz. Fakat aynı zamanda küçük yaştaki kızının kaybı onda öylesine derin bir yara açar ki ölüm ve sonrasını daha detaylı düşünmeye aklının araştırmasını imanının kösteklemesine izin vermeyerek aklına geleni yazar. İnsanlığın daha az medeni olduğu on ikinci yüzyılda çocukları ve altmış rahip yedirten açlıktan[1] bahseder sonra kendisini ihbara götüren vicdan ve suçluluk duygusundan ve bütün bunların sorumlusu aydınlanmadan.







İtidal bir davranış erdemidir nasılsa düşünce değil. Bu resimde İsa tüm uhreviliğinden, kutsiyetinden, sıyrılmış, Hristiyanlık John İncilinde söylenen deyimle “Word become flesh (John 1.14)” (Kutsal) Söz, et haline geldi (veya Tanrının sözü ete kemiğe büründü) deyimi ortadan kalkmış ve Kutsal söz (alelâde bir )ölü bedene dönüşmüştür. Holbein’in bu tabloyu resmettiği tarihlerde henüz kilise çok güçlü olduğundan dinsel ve ruhanî olandan dünyevi olana; yani seküler dönüşümüne başlangıcını gizli sembollerle işaret edebilecek bir tarihte 1522’de olması da tesadüf değildir.

İdamından sonra resmedilen İsa’nın uzun kemikli parmakları ve uzun tırnaklarında ölümün izleri ve hatta kan vardır. Onu hemen hiçbir tasvirinde böyle görmek mümkün değildir. Caravaggio'nun La Deposizione di Cristo" tablosundaki gibi estetik ve uhrevi bir güzellikten bahsetmek imkansızdır.

İsa’nın çarmıhta son sözleri olarak “Baba, bana niye yüz çevirdin? (Matta 27:46)” rivayet edilir. İsa, “gözleri açık gitmek” deyimindeki gibi yarı açık göz kapaklarından görünen göz bebekleri kaymış ve sonsuzlukta hiç gelmeyen bir yardımı beyhude bekler gibidir. Ancak bir başka anlamıyla modern insan için de tıpkı resimdeki gibi onu terk eden yalnızca ruhu değil Tanrının da olduğunun tezahürüdür. Tanrı modern dünya aşkın olmayan ilkelerle, yeryüzüne ait ilkelerle yeniden inşa edilirken yeryüzünden kovulacaktır. Modern insan artık yapayalnızdır. Hatta evren ve sonsuzluk karşısında ürperdiğini söyleyen Pascal’ın gibi yalnızlık ve korkularıdır onu ürperten. Peki ya Tanrı bu dünyanın dışına atıldıysa seküler bir hayatta onun kendisine göre davranacağımız ethik kuralları ve “İyi”nin yerini ne alacaktır? İşte Dostoyevski’nin Budala’sının Suç ve Ceza’nın ana konusunu bunun araştırılması oluşturur.

Yaşamın neredeyse her alanına hükmeden kapsamlı bir kurallar silsilesine sahip Ortadoks mezhebinde doğrudan dine yönelik eleştiriler hoş karşılanmayacağından Dostoyevski, Bu düşüncelerini Prens Mişkin’e söyletir. Dostoyevski, Holbein’in tablosunu ‘inanma güdüsünün tutkuya dönüşmesinin’[2] ortaya çıkmasına vesile olması bakımından ele alır. Fakat aynı zamanda karanlık bir güç olan ‘Rus Ruhu’ndan ilk bahsettiği yer tam da burasıdır[3] Rusların açıklanamaz bir tutkuyla “inamaya” yöneldiğini, İppolit’in tasvir ettiği ruhsuz bir makineye dönüşen evrenden kaçış yolu olarak İsa’ya sığındığını söyler. Bu satırların arasında iki dikotomi arasında müthiş bir çarpışma vardır. Ateizm ve Dindarlık

Epileptik nöbetler geçiren Mişkin, sanrı gücünü temsil ederken bir yandan da sevgideki doruk noktası olan duyguyu bize projekte eder. Nietzsche’nin daha sonra tekrar edeceği gibi; insan doğasının tersine iyiliği salık veren, onlara merhametli uysal ve fedakâr olmayı öğretileyen Hristiyanlığı duygulara hitap ederken gerçeklere tekabül etmediğini iddia eder İppolit’in ağzından[4]. Yoksulluk ve zayıflığın yükseldiği dönemlerde kurtuluş öğretileri daima ilgi çekmiştir. Bu dünyada elde edilemeyen adalet ve iyi yaşam ölümden sonraki “öte” dünyaya ötelenmiştir. Gerçek dünyada iyilik ne kutsal ne de doğaldır. Hatta doğamızın bizi zorladığı dahasına sahip olma, dahasına hükmetme duygusu bizde bir güç istencine yol açar. Hristiyanlık, insan doğasını yedi ölümcül günah ile redderek olması gerekene yöneltir gibidir. Aslında böylece kendisiyle paradoksal biçimde çelişerek kibir, açgözlülük, öfke, şehvet, oburluk, tembellik ve kıskançlığı insan doğasının “olan” nitelikleri olarak kabul etmiş olur. Bu durum Matta İncili’nde şöyle yer alır. "Tam olarak bilin ki biz sizi kurtların arasına kuzu olarak gönderdik. (Matta 10- 16). İsa’nın bizi götürmek istediği yerde ezik, sinik ve olduğunun tersine güçsüz görülen insan doğası güç istenciyle yanıp tutuşan insanı zincirlerle bağlamış ve kör zindanlara hapsetmiştir. Bu, doğası gereği aslan olanın, kendisini kuzu olduğuna ikna etmesi gibidir. İnsanın gerçek potansiyelinden uzak resmetmek onun doğasına haksızlıktır[5]; İsa’nın öğretileri koyun sürüleri için olduğundan İsa’nın “Çoban” olarak temsili de anlamlıdır. Konuşma esnasında Keller de bakışlarının saflığı ve masumiyetine dayanarak “çoban”a benzetir Mışkin’i[6] Ayrıca doğa, Tanrı’nın karşısına konumlandırılınca, ‘doğal’ günahkârlıkla özdeş olarak kavranıverir. Oysa bir yanağına vurulan insan İsa gibi öteki yanağını çevirirse, gerçekleri özel bir sezgiye dayalı olarak apaçık biçimde ifade ederse saflık naifliğe, naiflik ise ahmaklıkla enayilikle ve bönlükle karıştırılarak “Budala” olarak tanımlanır mıydı? İşte tüm ansızın bir araya gelen kumpanya her duyguların zirvesinde gezinilen bir araya gelmelerde bu durum test edilir.

Franz Kafka’nın Dönüşüm’deki Böceği, Budala’da Mari’dir.[7] Bir bakıma o, aynı zamanda İsa’nın Annesi Maria Magdelena’dır. Dostoyevski, Mari ismiyle Maria’yı anıştırmak ister ancak tam ismini vererek toplumun eleştirisine hedef olmak da istemez. Kimliği bilinmeyen birinden hamile kalmış ve bu nedenle toplum tarafından dışarıya itilmiş masum bir kadındır. İnsanlar yoksul hayatlarına duydukları hıncı Mari’den çıkartırlar. O herkesin nefret objesi, günah keçisi, çirkinlik abidesi ve herkesin hayatlarında kurtulmak isteyip de kurtulamadıkları geriye kalan her şeyin yerine geçmiştir. Mari içinde yaşadığı hayattan kaçmak istercesine bir yabancıya inanarak onunla kaçmış, fakat “Fransız” onu orta yerde bırakıp gitmiştir. Acaba burada bir eğretileme ile Fransız denen kişi Fransızları mı anıştırıyor? Onlarla 1892-1917 yılları arasında yapılacak anlaşma ile ittifak kurulacak aynı Fransızlar mıdır? Kız mecburen evine dönmüş fakat dönüşünden itibaren tüm ahali bir araya gelerek onu psikolojik linçe sonra da aforoz etmeye vardıracak denli şiddet uygulamış. “Ex-communicate” belki de Antik Yunandan bu yana en ağır cezadır. Orada olan bir insanı görmezden gelmek ve onu yalnızlıktan delirerek ölmeye mahkum etmek. Psikoloji ile ilgili yapılan çalışmalar gücümüzün yettiğine inandığımız şeylere daha acımasız olduğumuzu gösterir. Sonsuz bir aynılıktan başka bir şey sunmayan insanların arasında mı yoksa onlardan ayrı yapayalnız kalarak mı çıldırmak? İlk olasılığın dikkatle bakıldığında aslında insanların arasında olsanız dahi farklılığın yarattığı derin uçurumlarla çevrili olmak bakımından yalnızlığının yine kaçılmaz olduğunu ve aralarına karışmanın yalnızca görünüşü kurtardığı anlaşılır. Sonuç olarak çılgına dönüşmenin aynı sonuç olarak kaçınılmaz olduğu yerde yalnızca yöntemini belirleme özgürlüğünden bahsedilebilir

Mışkin bütün halkın baskısına ve kızın günahlarına rağmen onu şefkatle karşılar ve hatta onu sever. Böylece onun karşısında olan çocuklar dahi Mışkin sayesinde sevgiyi öğrenerek Mari’yi bağırlarına basar ve onu tutkuyla sevmeye başlarlar.

Dostoyevski’ye göre kendisinin de muzdarip olduğu Epilepsi, nedeniyle Prens Mışkin, [8], İsa ile aynı kaderi paylaşmaktadır. Nitekim peygamberlere özgü bu hastalık Mışkin karakterini oluşturduğu esnada tesadüfen değil bilinçli olarak İsa’ya benzetmek için kullandığını not defterlerinden anlamaktayız. Bu hastalıktan muzdarip olanlar belirtileri benzediği için olsa gerek nöbetlere kimi zaman “korkma” adını verdiği görülür. İşte bu krizler esnasında titreme, terleme ve bilincin kaybı yaşanırken sonrasında hava koşullarından bağımsız üşüme ve halsizlik ve günün saatinden bağımsız olarak uyku gelir. Nöbetler esnasında hiç olmadığı kadar “en yüksek düzeyde kendisini var hissetmekte”[9] Hatta bunu yaşamın en yüce güzelliğini deneyimlediği bir vecd haline benzetir. Hatta aklın körelmesi, ruhun kararması ve budalalığı bunun bir sonucu olarak kabul eder.

Aziz Paulus tarafından “Kutsal Çılgın” olarak anılan dünyevi dertleri kenarda tutan ve toplumun kıyısına itilmiş olanlar için kullanılan deyimin vücut bulmuş hali Mışkin’dir. O ölümü, yaşamı, iyiliği, sevgiyi sorgulatır. Yaşadığı her nöbetle ölür ve sonrasında dirilir. Nöbet esnasında ve sonrasında zaman mefhumunu kaybeder. Aslında bir bakıma yeniden doğuşun başka bir deneyimini idam cezası ile ilgili anlattıkları[10] ve idamdan son anda affı ile kurtuluşunu yeniden doğuş olarak Mışkin’e söyletir.

Erkekler ne kadar zayıf ne kadar tutkularının esiriyse , kadın karakterlerin neredeyse hepsi irade sahibi, ne istediğini bilen, güçlü karakterlerdir.

Nietzsche için İsa ve İyilik teması hiç kimse tarafından Dostoyevski kadar gerçekçi işlenmemiştir. Nietsche için insan, doğasında erdemli, kutsal veya iyi olmadığı gibi insan sevgiye de yönelmez. Deccal isimli eserinde Nietzsche ‘Sevgi’yi, “insanın şeyleri en olmadıkları gibi gördüğü durum” olarak tanımlar.

Rogojin onu ölümün daima düşman elinden değil açgözlü bir dostun elinden de olabileceğini anlatır.[11]Nitekim Rogojin “en sevdiği kadını” kendi eliyle öldürürken hissettikleri arasında kötü denebilecek tek bir duygu bile yoktur ve denebilir ki; Rogojin’i katile dönüştüren sevgidir.

Dostoyevski’de insanlar duygu yüklü kara bulutlar gibi gökyüzünde yalnız gezen varlıklardır. Her nerede bir araya gelirlerse müthiş bir tiyatro sahnelenecek ve abartılı duygular, düşünceler herkesin gözleri önünde sahnelenerek gerçeklikleri meşru kılınacaktır. Böylece o dakikaya kadar personel alandaki gerçeklik toplumsal alanda ve tartışılmaz gerçeklik haline diğerlerinin dolayımıyla dönüşecektir. Öteki, kendini gerçekleştirmede bir araçtır ama arzularını gerçekleştirmede ise aşılmaları gereken engeldir. İnsanlar gerçek duygularını asla göstermez, sevdiği insanın evlenme teklifine hayır, sevmediğininkine evet diyebilirler. Bu belirsizlik ve gizlilik bizi her toplantıda sonucun asla öngörülemezliği nedeniyle okuru meraka iter. Her yalnız gezen duygularla yüklü kara bulut misali bir insanın, bir sebeple diğerleriyle bir araya geldiklerinde yine bir fırtınanın kopacağına işarettir.

 



[1] Dostoyevski, Budala Sy.477

[2] Dostoyevski, Budala Sy.292

[3] Dostoyevski, Budala Sy.292

[4] Dostoyevski, Budala Sy.596

[5] Dostoyevski, Budala Sy.594

[6] Dostoyevski, Budala Sy.392

[7] Dostoyevski, Budala Sy.83

[9] Dostoyevski, Budala Sy.286

[10] Dostoyevski, Budala Sy.25 ve 73 ve 78-80

[11] Dostoyevski, Budala Sy.279

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yüzyıllık Yalnızlık Gabriel Garcia Marquez İnceleme

"Şairin Romanı" Murathan MUNGAN'ın kitabı

Murat İnci kimdir