Hakan AKDOĞAN'ın "Kirpi Mesafesi" Romanı İncelemesi





Kitabın ismi ve teorik arka planı;

İnsanın kontrolsüz biçimde irade içinde hareketi; uygarlıkları, acıları ve kötülüğü doğurmuştur. Çünkü irade hep ister, yaşam için talep eder. Birey, iradenin kontrolündeki yaşamda sorunsalın içinde iradenin karşısına merhamet ve acı duygusunu koyarak bir nebze de olsa dışına çıkabilir ve birey olarak kendini gerçekleştirebilir. Bir başka deyişle yaşam tüketme ilişkisine dayalı bir sürgitten ibaretken onu mekanik ve değersiz fakat aynı zamanda “zorunlu” eylemlerden değerli olana evirmek ancak iradeyle ve iradenin kontrolüyle mümkün olur. İnsan tabiatı gereği acıdan kaçar ve zevke yönelir. Acıdan uzaklaşmak ancak iradenin reddiyle mümkündür. Zekanın gücü bizi çeşitli tezahürlere sahip sürekli döngü tehlikesinden koruması, laneti yalnızlığa mahkum etmesidir.Yaşam, tüm insanların iradelerinin hepsinin haz peşinde koştuğu savaş alanıdır ve bu savaş alanında cehennem ötekidir. Schopenhauer için mutluluk, bizim için yaşam amacı değildir ve olmamalıdır; yalnızca acının kaçınılmazlığının bilincine vararak mümkün olduğunca kontrol altında tutmaktır.
Schopenhauer, ‘Parerga ve Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler’ isimli eserinde meşhur kirpi teorisini aktarır. Bu teoriye göre iki kirpi dondurucu soğukta birbirlerine yaklaşarak ısınırlar ancak iğneleri birbirlerine değdiği için canları yanar ve tekrar uzaklaşırlar. Uzaklaştıkları için donan kirpiler tekrar birbirlerine yaklaşırlar ve yine iğneleri birbirlerine değer. Bu uzlaşmaz çelişkiyi topluma uyarlayan Schopenhauer, bu ikilem içerisinde kalan insanları ortak nezaket ve görgünün ön plana çıkarak uzlaşabileceklerini ancak “kendi iç sıcaklıklarını koruyabilen insanlar”ın ise toplumdan uzak duracağı tespitini yapmıştır.[1]
Kitabın ismi Schopenhauer’in teorisine dayanır. Kirpi teorisini kirpi mesafesine dönüştürür. Kitapta anlatılırken orijinal halinden birkaç küçük değişiklikle kendi teorik arka planına hazırlık yapar. Teorisinin incelemesi yapıldığında varılan sonuçlar;
İlk olarak kirpi mesafesini anlatırken Orijinal teoride iki olan bu sayı dörde çıkarılarak temel karakterlere gönderim yapar. Onlar şu veya bu nedenlerle toplumun bir kenara fırlattığı varlıklardır. Toplumla uyumlanmak vb. ortak amaçla bir araya gelmemiş yalnızca makus talihlerinin sonucunda tesadüfen bir araya gelmiş 4 farklı kişidir. Diğer bir deyişle birbirleriyle uyumlu hareket etmek için kendilerinin üstünde bir güve boyun eğmiş kişiler değil de asiler topluluğudur. Bu durumda aslında sözleşme yapmak veya aralarında mesafeyi ayarlamak gibi bir maksatları bulunmamaktadır.
İkincisi; bu teoriye göre özünde kötü olan insandır. Ancak yazar bunu aslında kötü olanın “toplum” olduğu ve insanı kötü olana yönelttiği biçiminde yorumlar.[2] Aradaki fark küçük sanılabilir. Veya sonuca bakarak nedenin ya da bu etkiye yol açan etkinin kaynağının toplum olması ile insanın olması arasındaki fark olmadığı sanılabilir. Ancak fark devasadır. Biz aslında insanı dengeleyecek bir etkinliğe (psikoloji) ihtiyaç duyacak ve insanın davranışının veya duygu/düşüncelerinin kaynaklarını araştıracakken toplumu düzenleyen yazılı (yasalar)ve yazılı olmayan(gelenek, ethik, vb.) kurallardan, toplumu toplum yapan etkinlikler olarak politika, kültür, vb bahsederiz. Özet olarak insanın birey olarak ve toplumun toplum olarak dinamikleri tamamen farklıdır.
Üçüncüsü; dışarıdan çok şık gözüken bu teorinin post modern dünyada uygulanamaz oluşudur. Benlik yarılmıştır. Yarılan kişilik eyleyen, duygulanan beni ile argümante eden, yargılayan, olup bitenleri izleyerek anlamlandıran bilinç diyebileceğimiz. beni olarak ayrışmıştır. Bütünlüğünü kaybeden kişilik; şizoid yapıda, bağlamından kopuk, anlamı olmayan sayıklamalarla bilinçaltında bastırılmış düşünceleri açığa vurur. Zaman zaman yaşananlar gerçek mi? yoksa hayal mi? anlaşılamaz. Sorgun’un, sevgi mesafesi olarak adlandırdığı mesafe olarak Hande’nin mi?, Lili’nin mi?, babasının mı? Uygur’un mu? Ayda’nın mı? Latife’nin mi? bulunduğu nokta referans alınmalı? Lili’yi arzulamakta ancak Hande ile yakınlaşmakta. Öte yandan Ayda’ya yabancı dilden fazlasını öğrettiği ve aktardığı aşikâdır. Ayda'ya yakınlığı ve samimiyeti Hande ile aralarındaki sınırları kaldırır. Her şey bir yana yüzeyde ve herkesin fark edebileceği belirtilere sahip ve yaşamsal güdülerinin kontrol ettiği eyleyen daha fiziksel yanı ile arzu ve tutkularına kaynaklık eden veya tam tersi bedeninin arzularına anlam arayan derinlerdeki bilinci arasında kirpi mesafesinde olan hangisidir? İki farklı tabiata sahip iki farklı kurallar dünyasına sahip ben’ler arasında hangisi gerçek olanıdır? İnsanın tutarlılık arayışının sonucu ortaya çıkan derin anksiyete bir üçüncü ve bu iki kimliği de barındıran bir üçüncü kimliği mi yaratmaktadır? Çünkü ikisinin uzlaşamadığı yerde hangisinin doğru olduğunu hangisinin haklı veya haksız olduğunu veya suçlu veya suçsuz olduğunu söyleyebilmeniz için bir üçüncü nirengi noktasına ihtiyaç duyarız. Bu kimlik her ikisinin soyutlamasını içermesi bakımından bir üst kimlik olacak ve diğerlerini belirleyecektir. Ancak bu durum yalnızca etkilerine bakarak tespit edebileceğimiz ve doğrudan gözleyemeyeceğimiz bir üçüncü kimliği de kabul etmemizi zorunlu kıldığı için tehlikelidir; çünkü tutarlılık ilkesini hayata geçirmek için paradoksal biçimde çoğul kişiliklere ve onların sahip olduğu farklı farklı fikrin, duygu veya düşüncenin kucağına itilmişiz anlamına gelir.
Son olarak; toplumun tüm kötülüklerini gizlemek için karanlığın hüküm sürdüğü zamanlarda eylediği kötülüklere şahit olur. Mahkeme gününde karısını, kocasını, kendisini ve hatta tüm toplumu aldatan insanlardan oluşan tekinsiz bir topluluk üzerine geldiğinde kendisine yapılan kötülüklere koşut olarak gizlerini, yalanlarını ve sahteliklerini yüzlerine vurur. Kendisini marjine iten, norm’u belirleyip normali tespit eden ve dışındakileri deliliğe ve meczupluğa mahkum eden toplumdan öcünü alır. Bu kırılma noktasına kadar anlaşılan o ki o da diğerleri kadar kötü niyetle çeşitli bilgi, belge ve nesneleri kanıt olarak saklar. Çünkü burada anlarız ki; toplum, kendisini kötülüğe itmeden çok önce kötülüğe karar vererek zaafları insanlara karşı kullanabileceği kozları biriktirmeye başlamıştır. Zaten masum olmadığını kendi kendisine de itiraf eder. Çünkü doğmakla kirlendik.

Psikoanalitik Çözümleme;

Sigmund Freud’un psikanalitik kuramı kadar ünlü olmadığından onun kadar tanınmayan bir kuramı daha vardır. Bu kuramına göre insan bilincinin ilk ortaya çıktığı anlardaki ruhsal ve bedensel mutlak homoestatik duruma dönmek ister. Bedeni ağırlığını taşımak, ciğerleri nefes almak zorunda olmak, açlık ve susuzluk gibi ihtiyaçların bulunmadığı bir ortamda kendisini bulan cenin, fiziksel dengesinin kaynaklık ettiği mutlak huzur ve güven duygusu ruhsal dengesini sağlamaktadır. Dünyaya gelme yani doğum tam bir travmadır; daha doğrusu travmaların başlangıcıdır. Bilinçaltı, bireyin tüm yaşantısı boyunca cenin halindeki deneyimine özlem duyar. Bilinçaltı başlangıçtaki haline dönmek için durmaksızın arayıştadır ve denemelerinin sonucundaki başarısızlıkları neden olduğu anksiyeteyi  gittikçe derinleştirir. Bu anksiyeteyi bitirmek için tüm çabalarının sonuçsuz olduğunu ve yaşadığı sürece bunun devam edeceğini kavradığında yaşamını sonlandırarak her şeye son vermek ve huzura ermek ister. Ancak bunu kendi kendisine yapmak oldukça zordur. Çünkü hayatta kalma güdüsü, hayatı sonlandırma isteğini çoğunlukla geride bırakır. Bu nedenle bilinçaltı, bilincin kavrayamayacağı bir başka yöntemle buna ulaşmaya çalışır: Şiddet. Biz diğer insanları kızdırarak, onları tehdit ederek kendi kendimize yapamadığımızı ötekine yaptırmakta ve hatta onları mecbur bırakarak kendimize zarar vermelerine hatta hayatımızı sonlandırmalarına vesile olmakta araç olarak kullanırız. Kahraman Sorgun, etrafındakileri tahrik ederek onların kendisine zarar vermesi için önce cenazesi olanları, sonra sarhoş grubunu ve son olarak da apartmandakileri sırasıyla zorlar.
Yarılan kişilik eyleyen, duygulanan ben ile düşünen ben olarak ayrışmaya başlar. Bütünlüğünü kaybeden kişilik; bağlamından kopuk, anlamı olmayan sayıklamalarla bilinçaltında bastırılmış düşünceleri açığa vurmaktadır. Sayıklamaları esnasında yüklemsiz, zamirsiz, bağlaçsız, öznesiz cümleler ve rastgele bir araya getirilmiş izlenimi verse de aslında bilinç altındaki duygu ve düşüncelerin simgeleştirilmiş hallerini projekte eder. Hikayenin sonunda tüm romanın, hayatı bir film şeridi misali gözünün önünden geçmekte olan bir adamın zihnindekileri izlediğimizi sayıklamalar arasında sıklıkla tekrarlanan “metal konteyner” kelimesinden anlarız. Yani yaşamının son anlarında hayatı gözlerinin önünden geçmektedir. Bu tarz zamanın geriye ve esnetilerek açımlanması Orhan PAMUK "Benim Adım Kırmızı" daki veya İhsan Oktay ANAR'ın "Puslu Kıtalar Atlası"ndaki anlatı tarzına benzetilebilir.
Arzu nesnemiz olan şeye erişmek için istek duyarız ve bu yönde harekete geçiren bir iradeye sahibiz. İrademiz zaman zaman isteklerimizin önünde gider gibi görünse de zaman zaman gerisinde kalır. Biz arzuladığımız için mi arzu nesnemize doğru yöneliriz? Yoksa arzu nesnemize yöneldiğimiz için mi farkındalık oluşur ve onu isteriz? Psikoloji için bu çözümsüz bir sorudur ve yazarın hareket noktası tam da bu antinomidir.
İlk bakışta yazarın hayatın muhayyileyi aşan tesadüfî gibi görünen olayları bir araya getirdiği sanılır. “tutunmayanlar”ı dikkatle incelendiğinde aynı kaderi farklı öznelerle, farklı mekânlarda yaşayan “gizli” özneleridir. Diğer insanlar tarafından dikkat çekmeyecek denli kenarda durmaları normal olanı bilinçli ve vicdanî redlerinden kaynaklıdır.  Her biri bedbaht, her biri derin bir vicdan muhasebesinin acınası bir bakiyesidir. Her hesapta suçlu ötekilerdir. Hepsi şu veya bu sebeple toplumun yüklediği sorumlulukları yerine getiremedikleri için başarısız olmuş kimselerdir. Sorgun; sıradan bir hayat süremeyişini kapitalist toplumun(ötekilerin) kışkırttığı teröristlerin yerleştirdiği bombanın yarattığı yıkıma bağlar. Ancak öteki sadece toplum değil kendi bedeni ve duygularıdır aynı zamanda. Öteki; Sorgunun cehennemdir ve uçurumudur. Fakat aynı zamanda onun gizli katili ya da katlinin teamülden gizli azmettiricisi içinde büyüttüğü “ötekisi”dir. Onu öldürenler sadece onun kurduğu oyunda sade figüranlar, kuklalardır.  Kısaca ifade etmek gerekirse bu roman “gizli” bir cinayet romanıdır. Katil “dışarıda gösterilen” kişiler olduğuna aldanılmamalıdır; kişinin kendi içindedir.
Sorgun, kendi hayatında sürgün, ötekinin uçurumuna düşen benliğinin peşinden ağıt yakan tek kişi değildir. Babası da, Uygur da ve Lili de farklı hikayelerle, bambaşka gibi görünen bağlamlarla fakat aynı sonuçlarla kader yoldaşıdır. Babasının terk edip gittiği, Sorgun değildir. Makus talihidir. Gerekçesi olarak; anlatsam da inanmazsınız ki anlamında birkaç cümle eder ve “ sizi terk edip gitmesem sizi yok ederlerdi” diyerek mantığa bürüdüğünü görürüz terk edip gitmesini. Belki de tipik orta yaş bunalımının sonucu olarak yaşanmış olabilir bu durum; belki de toplumun dayattığı düzende tutunamayıp “deveyi güdemeyince diyardan giden”lerden gibi görünür. Belki de siyasi bir cinayete veya mahkumiyete kurban gitmeden önceki tek çıkış yolu izini kaybettirmek ve geçmişi silmektir. Ayrıca, nefretinin kaynağı kapitalist düzende çalışmadan yaşamasını sağlayacak bir yolla hayatta kalmaktadır Sorgun da babası da. Yatalak babasına bakarak temize çekmeye çalıştığı vicdanı yine de rahat değildir ve ölümüyle sona erebilecektir derin yeisi.
Uygur çocuğunun ölümünden kendisini sorumlu tutmaktadır. Travma sonucu oluşan suçluluk duygusu onun içine kapanmasına dış dünya ile iletişim kurmayarak kendisini fiilen değilse bile teorik olarak ortadan kaldırmasına sebeptir. Konuşmadığı sürece kesinlikle tutarlı bir solipsisttir. Ancak konuşur ve tutarlılığını da yok ederek gider. Gerçek yoktur. Olsaydı da bilinemezdi, bilinseydi de söylenemezdi, söylenseydi de anlatılmazdı, anlatılsa da anlaşılmadı. Kendisinin varlığı kanıtlanamayan ama diğer her şeyin üzerine kurulu olduğu eşsiz bir varsayımdır gerçek. Uygur’un arkasına saklandığı derin suçluluk duygusu gibi görünse de aslında saklambaç oyununda ebe vicdanıdır, arkasına saklandığı ise hayattır.
Lili, AIDS hastası bir hayat kadınıdır. Bir süre Sorgun’un evinde kalır ve Hastalığını öğrendiğinde izini kaybettirse de Sorgun için onu bulmak hayatın anlamına dönüşür. Lili’nin intiharı Sorgun’un intiharıyla zaman olarak art arda görünür ve neden sonuç olarak okuru şahit olarak tutar yazar. Ancak gerçek neden bellidir.  Sorgun hayatın anlamını anlamsızlıkta yitirdiğinden bu yana insanlarla ilişkileri mekaniktir ve Lili ile ilişkisi ise platonik düzlemde ve hayali olduğundan adını aşk koyduğu sonu mutsuzlukla biten hikâyesidir. Mutsuzluk bile isteye, anlamların yitimi, yersiz yutsuzluk, yabancılık ise ön kabullerinin zorunlu sonucudur. Bileğindeki "Memento Mori" deyişi daima ölümü hatırlamasını hatırlatır. Eğer bu kadar önemli ve hatırlatacak bir şeyse neden herkesin bildiği dilde ve anlayacağı biçimde yazmaz? Çünkü yazar pek çok entellektüel gibi elitisttir veNietzsche'nin de dediği gibi; " her bilgi herkese göre değildir."

Felsefi Çözümleme;

“Geleneksel edebiyat teorilerinin 19. Yüzyıla kadar etkisini devam ettiren bakış açısına göre metnin arka planında bir hakikati Tanrı-insan ilişkisinde olduğu gibi tek yönlü olarak aktaran bir yapı bulunur. Bu yapı çeşitli zamanlarda çeşitli fikri yönelimlere göre dinin, geleneğin veya otoritenin sözcüsü olarak şekil değiştirebilir. Bu bakış açısına göre metinler tarihe, yazarın bakış açısına ve amacına göre veya dönemdeki geçerli fikrî eğilimlere göre belirlenmekteydi. 19. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde Latince karşılığı “şimdi” olan “geçmişten gelenekten ve geleneksel olan her şeyden trajik bir kopuşu ifade eden” modernizm, tek yönlülüğü gerçekliğin ve aklın katı çerçevesi içine yerleştirdi. Tanrıdan insana doğru olan mistik yönelimlerin yerini akla duyulan kesin güven aldı. Bu dönem içerisinde tek yönlülük ve tek seslilik devam ediyordu. Modernleşme süreci bir anlamda aslında Batı medeniyetinin düşünsel macerasını da ifade eden bir dönemdir. “Batı uygarlığında gelişim çizgisi idealden somut gerçeğe, oradan soyuta oradan da olanaklıya giden bir çizgide gelişir. Bu kronolojiye göre modernizm somut döneme tekabül eder. Post modernizm, modernizmin sonrasını ve aşılmışlığını ifade eden bir kavram olarak ortaya çıkmışsa da gelişim süreci tam olarak tamamlanmadığı için tam olarak tanımlanabilir bir özellik göstermez.”[3]
Klasik bir postmodern tarza sahip roman özelliklerinden biri de hikâye anlatıcısı bir gözün varlığıdır. İç ses olarak devreye girerek iki ayrı dünya olan okuyucu ve yazarın vücut bulduğu kahraman arasında bir medyatör görevi üstlenir. Tıpkı bir “ajan” gibi tarafsız bir gözle anlatır görünse de okuru gizliden gizliye ikna ederek kendi safına, bakış açısına dahil ederek bu dolayımla, haklı çıkarımına ve nihayet meşruiyetine vardırmayı amaçlar.
Pek çok kitabın ilk sözcüğü ile son sözcüğünü anlamlı bir cümle olacak biçimde birleştirdiğimizde yazarın kendisinin şifresini verdiğini görürüz. Bu kitapta ilk sözcük “çirkinim” son sözcük ise “Ne kelebeği?” dir. Yazar dış görünüşünün gösterişine aldananlara kendi içindeki karmaşa ve düzenden yoksunluğu”nu açığa vurur. "Modern insan bitkisel hayattadır" yazara göre. Yaşıyormuş gibi görünen ama yaşamayan.
Toplumsal bilinçten ve toplumsal görüşen bağımsız bilinç tıpkı birey gibi kurgusal bir yeti olarak modern zamanlarda 19.yy da sunulur Toplumdan bağımsız ve kendi başına varolma becerisine sahip bir prototip olarak insan en fazla Tanrı kadar ve en az diğer insanlar kadar yapayalnızdır
Her kim kendi duygu ve düşüncelerinin kendince yorumlaması olduğu için meşruiyeti daima sorgulanacaktır. Diğeri toplum merkezli olduğu için zaten ötekilerin dolayımıyla gerçekleştiği için gerçekçliği,  onayı/meşruiyeti asla sorgulanmayacaktır Toplumsal anlamda vicdan Antik.Yunan a kadar gider Bireysel bilinç veya farkındalık ise schopenhauer ile temelleri atılır ve  Sigmund Freud ile sistemleştirilir
İnsan homeostatik bir canlı olmak bakımından diğer canlılara benzer. Fiziksel bir iç denge sadece dıştan görünebilen bir şey değildir. İç dünyamızda fiziksel kaynağa sahip görünmeyen bazı açlıklarımız da oluşur ve bunu doyurmak için çeşitli yollar izleriz. Örneğin; genellikle insanlar başkaları tarafından beğenilmek ve toplum tarafından onaylanmak ister. Şayet bu isteklerimiz toplum tarafından kabul görmeyeceğinden endişe edilen şeyler ise bu durumda savunma mekanizmalarımız sayesinde bizler iç dengemizi yeniden sağlarız. Hayatımızda doğru olsa bile duymak istemediğimiz sözler vardır. Çirkinlik böyledir. Birinin er ya da geç söyleyeceğinden doğan iç gerilimi kendi kendisine alenî söyleyerek sona erdirir yazar. Yüzünün çirkinliği olarak algılamanız için önünüze koyduğu hikâye sizi kandırırsa gerçeği sizden kaçırarak eğlenmiş olur yazar ve haklı çıkar kendince. Eğer çemberin içindeyseniz dışından bakılınca nasıl göründüğü hakkında en ufak bir fikriniz yoktur. Dışındaysanız içindekilerin neyi nasıl gördüklerini bilmek bakımından bir üstünlüğe sahipsiniz demektir. Ancak bu fazladan sahip olunan görü o kişiye diğerlerinden daha doğru bildiği yanılgısına da vardırabilir sıklıkla. Her sınıf, her topluluk her kültür kendi içinde tutarlı bir gerçekliğe ve bunlar da kendi içlerinde diğeriyle karşılaştırılması mümkün olmayan değere ve eş ölçülemezliğe sahiptir. Kahraman dolayımıyla yazar; bizi çemberin dışından bakmaya çağırır ancak sahip olduğu derinlikli bakış açısını bizlere sergilerken yapıp etmelerini bize haklı çıkarmaya çalışır. Bunu yaparken bir üst dil kurmaya ve sıradan dilin bize veremeyeceği hakikati bize vermeyi vaat eder. Yazarın hayatın olağan akışı içerisinde ansızın bağlamdan uzak bazı sayıklamaları akışı keser. Burada sehl-i mümtenî denemelerini görebiliriz; yani Özlü söz söyleme, birkaç kelime ile çok anlamlı cümleler kurmaktır amacı. Uzun uzadıya ve herkes gibi yaşamaya yaşamak dersek; yaşamak son derece gereksiz tekrarlarla dolu ve anlamsızlığın had safhada olduğu bir sürgitten ibarettir. İyisi mi bunu kısaltmalı ve gereksiz uzun ve anlamsız tekrar ve derinlik barındırmayan kısımlarını kesip atmalıdır. Dışı Rapunzel ve içi Pinokyo olan farklı masalların farklı yaşayışların tesadüfen bir araya gelmişlikleri yazar için yaşamın ta kendisidir. Pinokyo oldukça özenle seçilmiş bir eğretilemedir. İpleri kimin tuttuğu belli olmayan kendi kendine devinen bir mekanizmadır beden ve ruh onun yapıp etmelerini anlamlandırmakla tüketmektedir adına yaşam denen zamanı. Bir referans noktası olmaksızın, ne aradığını bilmeksizin, hafızanızdakilerin şimdi tarafından değiştirildiği gerçeğini unutmaya çalışarak çocukluğunuzdaki bir yeri bulmaya benzer anılar. Geçmiş ve şimdinin kesiştiği yerde duygu varsa anı yoksa unutulmuş ve hatta hiç yaşanmamış varsayılan ama yıllarla ölçülecek rutinlerden oluşur.
Nesne bilinmeye karşı duyarsızdır. Ancak insan var olduğu iddiasını “var olmak algılanmış olmaktır” ile meşru kılar. Babası için Sorgun kendisini tanımanın onu değiştirdiğine inanarak bu meşruiyeti sağlar.  Ama o halde insan bir nesne değilse nedir? Bilinmekle değişen tek şey bilgi ve farkına varıldığında oluşan tek şey farkındalık ise; insan bilgi ve farkındalıktan öte nedir?
Metinlerarasılık yöntemini kullanan yazar “Böcek” ile Dönüşüm’ün yazarı Kafka’dan “tutunamayanlar” deyimi ile Oğuz ATAY’dan, “varolmak algılanmış olmaktır” sözleriyle İhsan Oktay ANAR’a, “Mutlu aşk yoktur” ile Louis ARAGON’dan, “Sineklerin Tanrısı” ile William GOLDING ve daha nice varoluşçu fikirlerden beslenir.
Kitabın epigrafı kitabın kalbidir; yazılış amacını bize verir. Ronald David Laing’in Düğümler isimli eserinden alıntıyla başlar yazar. “-mış gibi” yapmanın adına hayat denen büyüklerin oyunu olduğundan bahseder. Bu oyunda oyunun oyun olduğunu fark edenler daima uyanık ve mutsuzdur. Oyunun oyun olduğunu unutmuş olanlar ise cehaletin verdiği esriklik ve çocukça bir mutlulukla yaşamaktadırlar. Oyunun dışındakiler yazara göre “tutunamayanlar” değil “tutunmayanlar”dır. Yazar; oyunun dışında kalmışlıklarının, (yani yalnızlıklarının) yaptıkları tercihin gayrı ihtiyarî bir sonucu olmaktan çok bu seçimlerinin “gayet ihtiyarî” bir sonucu olduğuna dikkat çeker. Fakat Romanın sonunda kendisini yine koşulların daha doğrusu ötekilerin zorunlu kıldıklarının doğal sonucu olduğunu söylerken[4] öte yandan mevcut dünyanın zorunlu bir dünya olduğunu reddederek kendisiyle çelişir. Zorunluluk zihinseldir, hayat ise olumsaldır. Yani bir şey her nasılsa öyledir ve bu başka türlü de olabilirdi ama şu ya da bu sebeple ancak kesinlikle pek çok değişkenin bir araya anlık olarak kesişme kümesinde gerçekleşir. Tıpkı bunun gibi mükemmeli arzulayanlar da yanılmaktadırlar. Çünkü mükemmel reel dünyaya, fizik dünyaya ait olmayan sadece zihinsel bir çıkarımdır. Dolayısıyla biz ne zorunlu ne de mükemmel bir dünyada yaşıyoruz.
“İnsan evriminde güce dayalı eski üstünlük kurma yönteminin yerini oyunculuğa dayalı sosyal beceriler aldı”[5] diyen yazar bunu yaşamında keşfettiği ve inandığı bir motto olarak yaşadığını da gösterir biçimde Instagram hesabında da paylaşır.  Bu cümle kitabın kalbine kan taşıyan ana damarlardan biri olarak göze çarpmaktadır. Bu haliyle de hayatın aslında gerçek olmaktan çok kurmaca olduğu fikrini bizde doğurur. Göze göz dişe diş ile yaşanan ilkel dönemler artık çok geride kalmıştır. Modern dönemde toplumsal dengeleri kurmada güç gösterisi içeren bu tip ilkelliklere ihtiyaç yoktur. Bu haliyle de söylemi; Puslu Kıtalar Atlası’nda “Ah evet dünya bir masaldır.” diyerek özetleyen  İhsan Oktay ANAR’a  benzerdir. "Hayat bir masaldır" derken İhsan Oktay ANAR, hayatımız, anlatabileceklerimizi kendimiz seçip kendimiz eylediğimiz bir dunyadir. Başkaları bu masala renk ve derinlik katan kahramanlardır. Ya bizim için uygun görülenleri ya da bizim isteklerimizi yaşarken aynı zamanda anlatabileceğimiz şeyler yaşar, başkalarına da anlayabilecekleri şeyler yaşatırız. Aslında bizim anlattığımız bir masaldır yaşamak ve ne kadar hikayen varsa o kadar yaşanmış, ne kadar yaşanmışsa o denli derinlikli yaşanmıştır.
“Varolmak algılanmış olmaktır”[6] Yine kitabın arterlerindendir. Herkes algılanmak için kendine özgü bir yol seçer ve yazarın seçtiği yol; herkesin inanacağı bir hikaye anlatır. Gerçekliği kendi kurguladığı biçimde yeniden oluşturur. Okur yazarın kendisini gerçekleştirmesinde gizli aracılar veya araçlardır.
“Kirpi Mesafesi” tam bir ironidir. Kahramanın daha doğrusu anti kahramanın ölümüne yol açan modern çözümün imkansızlığını anlatır. Burada yazarın söylediği aslında kirpi mesafesi, sevgi mesafesidir” sözü şöyle anlaşılmalıdır: Sevgi masal misali bir kurgudur ve gerçek hayatta imkansızdır.”
“Hayat kırılgandır.” İnce bir buz üzerinde yürümeye de benzer. Kahraman yürüyemeyenlerdendir.
El yazı karakterinin grafolojik incelemesi dış dünyada nasıl göründüğünün gayet farkında bir “Rapunzel” ile iç dünyasının dışarıdan bakıldığında asla anlaşılmayacağı derinlikte ve ser verip sır vermezlikte “Pinokyo” olduğunu dışa vurur. Derin bir hayal gücüne saklı güçlü bir gizem ve ironi barındırır.

Murat İNCİ 29.03.2020


[1] Bu meşhur teori Freud’da büyük etkiler yaratarak psikanalist  Freud, genellikle en fazlanın ne kadar fazla olduğuyla, insanın sınırlarının ne kadar olduğuyla, güdülerin ve durma noktalarının nerede olduğuna dair soruları ve buna aradığı cevaplarla geçirmiştir hayatını. Bu aslında Schopenhauer’in ‘istenç’ kavramının tıpatıp aynısıdır. Onda bu kavram bilinç/bilinçaltı Hatta bu soruların cevaplarını kirpi teorisi üzerinden ve onun metaforundan çıkartmaya çalışmış psikanalist kuramında kirpi teorisinden ve Schopenhauer’den oldukça etkilenmiştir.
[2] AKDOĞAN Hakan, Kirpi Mesafesi; sy:91
[3] Yrd. Doç. Dr. Muhammed HÜKÜM.
[4] AKDOĞAN Hakan, Kirpi Mesafesi; sy:103
[5] AKDOĞAN Hakan, Kirpi Mesafesi; sy 23
[6] Agy. Sy 25

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yüzyıllık Yalnızlık Gabriel Garcia Marquez İnceleme

"Şairin Romanı" Murathan MUNGAN'ın kitabı

Murat İnci kimdir