Hakan AKDOĞAN'ın "Kirpi Mesafesi" Romanı İncelemesi
Kitabın ismi ve teorik arka planı;
İnsanın kontrolsüz biçimde irade
içinde hareketi; uygarlıkları, acıları ve kötülüğü doğurmuştur. Çünkü irade hep
ister, yaşam için talep eder. Birey, iradenin kontrolündeki yaşamda sorunsalın
içinde iradenin karşısına merhamet ve acı duygusunu koyarak bir nebze de olsa
dışına çıkabilir ve birey olarak kendini gerçekleştirebilir. Bir başka deyişle
yaşam tüketme ilişkisine dayalı bir sürgitten ibaretken onu mekanik ve değersiz
fakat aynı zamanda “zorunlu” eylemlerden değerli olana evirmek ancak iradeyle
ve iradenin kontrolüyle mümkün olur. İnsan tabiatı gereği acıdan kaçar ve zevke
yönelir. Acıdan uzaklaşmak ancak iradenin reddiyle mümkündür. Zekanın gücü bizi
çeşitli tezahürlere sahip sürekli döngü tehlikesinden koruması, laneti
yalnızlığa mahkum etmesidir.Yaşam, tüm insanların iradelerinin hepsinin haz
peşinde koştuğu savaş alanıdır ve bu savaş alanında cehennem ötekidir. Schopenhauer
için mutluluk, bizim için yaşam amacı değildir ve olmamalıdır; yalnızca acının
kaçınılmazlığının bilincine vararak mümkün olduğunca kontrol altında tutmaktır.
Schopenhauer, ‘Parerga ve
Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler’ isimli eserinde meşhur kirpi teorisini aktarır.
Bu teoriye göre iki kirpi dondurucu soğukta birbirlerine yaklaşarak ısınırlar
ancak iğneleri birbirlerine değdiği için canları yanar ve tekrar uzaklaşırlar.
Uzaklaştıkları için donan kirpiler tekrar birbirlerine yaklaşırlar ve yine
iğneleri birbirlerine değer. Bu uzlaşmaz çelişkiyi topluma uyarlayan
Schopenhauer, bu ikilem içerisinde kalan insanları ortak nezaket ve görgünün ön
plana çıkarak uzlaşabileceklerini ancak “kendi iç sıcaklıklarını koruyabilen
insanlar”ın ise toplumdan uzak duracağı tespitini yapmıştır.[1]
Kitabın ismi Schopenhauer’in
teorisine dayanır. Kirpi teorisini kirpi mesafesine dönüştürür. Kitapta
anlatılırken orijinal halinden birkaç küçük değişiklikle kendi teorik arka
planına hazırlık yapar. Teorisinin incelemesi yapıldığında varılan sonuçlar;
İlk olarak kirpi mesafesini
anlatırken Orijinal teoride iki olan bu sayı dörde çıkarılarak temel karakterlere
gönderim yapar. Onlar şu veya bu nedenlerle toplumun bir kenara fırlattığı
varlıklardır. Toplumla uyumlanmak vb. ortak amaçla bir araya gelmemiş yalnızca
makus talihlerinin sonucunda tesadüfen bir araya gelmiş 4 farklı kişidir. Diğer
bir deyişle birbirleriyle uyumlu hareket etmek için kendilerinin üstünde bir
güve boyun eğmiş kişiler değil de asiler topluluğudur. Bu durumda aslında
sözleşme yapmak veya aralarında mesafeyi ayarlamak gibi bir maksatları
bulunmamaktadır.
İkincisi; bu teoriye göre özünde kötü
olan insandır. Ancak yazar bunu aslında kötü olanın “toplum” olduğu ve insanı
kötü olana yönelttiği biçiminde yorumlar.[2]
Aradaki fark küçük sanılabilir. Veya sonuca bakarak nedenin ya da bu etkiye yol
açan etkinin kaynağının toplum olması ile insanın olması arasındaki fark olmadığı
sanılabilir. Ancak fark devasadır. Biz aslında insanı dengeleyecek bir
etkinliğe (psikoloji) ihtiyaç duyacak ve insanın davranışının veya
duygu/düşüncelerinin kaynaklarını araştıracakken toplumu düzenleyen yazılı (yasalar)ve
yazılı olmayan(gelenek, ethik, vb.) kurallardan, toplumu toplum yapan
etkinlikler olarak politika, kültür, vb bahsederiz. Özet olarak insanın birey
olarak ve toplumun toplum olarak dinamikleri tamamen farklıdır.
Üçüncüsü; dışarıdan çok şık gözüken bu teorinin post modern dünyada uygulanamaz oluşudur. Benlik yarılmıştır. Yarılan kişilik eyleyen, duygulanan beni ile argümante eden, yargılayan, olup bitenleri izleyerek anlamlandıran bilinç diyebileceğimiz. beni olarak ayrışmıştır. Bütünlüğünü kaybeden kişilik; şizoid yapıda, bağlamından kopuk, anlamı olmayan sayıklamalarla bilinçaltında bastırılmış düşünceleri açığa vurur. Zaman zaman yaşananlar gerçek mi? yoksa hayal mi? anlaşılamaz. Sorgun’un, sevgi mesafesi olarak adlandırdığı mesafe olarak Hande’nin mi?, Lili’nin mi?, babasının mı? Uygur’un mu? Ayda’nın mı? Latife’nin mi? bulunduğu nokta referans alınmalı? Lili’yi arzulamakta ancak Hande ile yakınlaşmakta. Öte yandan Ayda’ya yabancı dilden fazlasını öğrettiği ve aktardığı aşikâdır. Ayda'ya yakınlığı ve samimiyeti Hande ile aralarındaki sınırları kaldırır. Her şey bir yana yüzeyde ve herkesin fark edebileceği belirtilere sahip ve yaşamsal güdülerinin kontrol ettiği eyleyen daha fiziksel yanı ile arzu ve tutkularına kaynaklık eden veya tam tersi bedeninin arzularına anlam arayan derinlerdeki bilinci arasında kirpi mesafesinde olan hangisidir? İki farklı tabiata sahip iki farklı kurallar dünyasına sahip ben’ler arasında hangisi gerçek olanıdır? İnsanın tutarlılık arayışının sonucu ortaya çıkan derin anksiyete bir üçüncü ve bu iki kimliği de barındıran bir üçüncü kimliği mi yaratmaktadır? Çünkü ikisinin uzlaşamadığı yerde hangisinin doğru olduğunu hangisinin haklı veya haksız olduğunu veya suçlu veya suçsuz olduğunu söyleyebilmeniz için bir üçüncü nirengi noktasına ihtiyaç duyarız. Bu kimlik her ikisinin soyutlamasını içermesi bakımından bir üst kimlik olacak ve diğerlerini belirleyecektir. Ancak bu durum yalnızca etkilerine bakarak tespit edebileceğimiz ve doğrudan gözleyemeyeceğimiz bir üçüncü kimliği de kabul etmemizi zorunlu kıldığı için tehlikelidir; çünkü tutarlılık ilkesini hayata geçirmek için paradoksal biçimde çoğul kişiliklere ve onların sahip olduğu farklı farklı fikrin, duygu veya düşüncenin kucağına itilmişiz anlamına gelir.
Son olarak; toplumun tüm kötülüklerini gizlemek için karanlığın hüküm sürdüğü zamanlarda eylediği kötülüklere şahit olur. Mahkeme gününde karısını, kocasını, kendisini ve hatta tüm toplumu aldatan insanlardan oluşan tekinsiz bir topluluk üzerine geldiğinde kendisine yapılan kötülüklere koşut olarak gizlerini, yalanlarını ve sahteliklerini yüzlerine vurur. Kendisini marjine iten, norm’u belirleyip normali tespit eden ve dışındakileri deliliğe ve meczupluğa mahkum eden toplumdan öcünü alır. Bu kırılma noktasına kadar anlaşılan o ki o da diğerleri kadar kötü niyetle çeşitli bilgi, belge ve nesneleri kanıt olarak saklar. Çünkü burada anlarız ki; toplum, kendisini kötülüğe itmeden çok önce kötülüğe karar vererek zaafları insanlara karşı kullanabileceği kozları biriktirmeye başlamıştır. Zaten masum olmadığını kendi kendisine de itiraf eder. Çünkü doğmakla kirlendik.
Psikoanalitik Çözümleme;
Sigmund
Freud’un psikanalitik kuramı kadar ünlü olmadığından onun kadar tanınmayan bir
kuramı daha vardır. Bu kuramına göre insan bilincinin ilk ortaya çıktığı
anlardaki ruhsal ve bedensel mutlak homoestatik duruma dönmek ister. Bedeni ağırlığını
taşımak, ciğerleri nefes almak zorunda olmak, açlık ve susuzluk gibi
ihtiyaçların bulunmadığı bir ortamda kendisini bulan cenin, fiziksel dengesinin
kaynaklık ettiği mutlak huzur ve güven duygusu ruhsal dengesini sağlamaktadır.
Dünyaya gelme yani doğum tam bir travmadır; daha doğrusu travmaların
başlangıcıdır. Bilinçaltı, bireyin tüm yaşantısı boyunca cenin halindeki deneyimine
özlem duyar. Bilinçaltı başlangıçtaki haline dönmek için durmaksızın arayıştadır
ve denemelerinin sonucundaki başarısızlıkları neden olduğu anksiyeteyi gittikçe derinleştirir. Bu anksiyeteyi bitirmek
için tüm çabalarının sonuçsuz olduğunu ve yaşadığı sürece bunun devam edeceğini
kavradığında yaşamını sonlandırarak her şeye son vermek ve huzura ermek ister. Ancak
bunu kendi kendisine yapmak oldukça zordur. Çünkü hayatta kalma güdüsü, hayatı
sonlandırma isteğini çoğunlukla geride bırakır. Bu nedenle bilinçaltı, bilincin
kavrayamayacağı bir başka yöntemle buna ulaşmaya çalışır: Şiddet. Biz diğer
insanları kızdırarak, onları tehdit ederek kendi kendimize yapamadığımızı
ötekine yaptırmakta ve hatta onları mecbur bırakarak kendimize zarar
vermelerine hatta hayatımızı sonlandırmalarına vesile olmakta araç olarak
kullanırız. Kahraman Sorgun, etrafındakileri tahrik ederek onların kendisine
zarar vermesi için önce cenazesi olanları, sonra sarhoş grubunu ve son olarak
da apartmandakileri sırasıyla zorlar.
Yarılan kişilik eyleyen, duygulanan ben ile düşünen ben olarak ayrışmaya başlar. Bütünlüğünü kaybeden kişilik; bağlamından kopuk, anlamı olmayan sayıklamalarla bilinçaltında bastırılmış düşünceleri açığa vurmaktadır. Sayıklamaları esnasında yüklemsiz, zamirsiz, bağlaçsız, öznesiz cümleler ve rastgele bir araya getirilmiş izlenimi verse de aslında bilinç altındaki duygu ve düşüncelerin simgeleştirilmiş hallerini projekte eder. Hikayenin sonunda tüm romanın, hayatı bir film şeridi misali gözünün önünden geçmekte olan bir adamın zihnindekileri izlediğimizi sayıklamalar arasında sıklıkla tekrarlanan “metal konteyner” kelimesinden anlarız. Yani yaşamının son anlarında hayatı gözlerinin önünden geçmektedir. Bu tarz zamanın geriye ve esnetilerek açımlanması Orhan PAMUK "Benim Adım Kırmızı" daki veya İhsan Oktay ANAR'ın "Puslu Kıtalar Atlası"ndaki anlatı tarzına benzetilebilir.
Arzu
nesnemiz olan şeye erişmek için istek duyarız ve bu yönde harekete geçiren bir
iradeye sahibiz. İrademiz zaman zaman isteklerimizin önünde gider gibi görünse
de zaman zaman gerisinde kalır. Biz arzuladığımız için mi arzu nesnemize doğru
yöneliriz? Yoksa arzu nesnemize yöneldiğimiz için mi farkındalık oluşur ve onu
isteriz? Psikoloji için bu çözümsüz bir sorudur ve yazarın hareket noktası tam
da bu antinomidir.
İlk
bakışta yazarın hayatın muhayyileyi aşan tesadüfî gibi görünen olayları bir
araya getirdiği sanılır. “tutunmayanlar”ı dikkatle incelendiğinde aynı kaderi
farklı öznelerle, farklı mekânlarda yaşayan “gizli” özneleridir. Diğer insanlar
tarafından dikkat çekmeyecek denli kenarda durmaları normal olanı bilinçli ve
vicdanî redlerinden kaynaklıdır. Her
biri bedbaht, her biri derin bir vicdan muhasebesinin acınası bir bakiyesidir.
Her hesapta suçlu ötekilerdir. Hepsi şu veya bu sebeple toplumun yüklediği
sorumlulukları yerine getiremedikleri için başarısız olmuş kimselerdir. Sorgun;
sıradan bir hayat süremeyişini kapitalist toplumun(ötekilerin) kışkırttığı teröristlerin
yerleştirdiği bombanın yarattığı yıkıma bağlar. Ancak öteki sadece toplum değil
kendi bedeni ve duygularıdır aynı zamanda. Öteki; Sorgunun cehennemdir ve
uçurumudur. Fakat aynı zamanda onun gizli katili ya da katlinin teamülden gizli
azmettiricisi içinde büyüttüğü “ötekisi”dir. Onu öldürenler sadece onun kurduğu
oyunda sade figüranlar, kuklalardır. Kısaca ifade etmek gerekirse bu roman “gizli”
bir cinayet romanıdır. Katil “dışarıda gösterilen” kişiler olduğuna
aldanılmamalıdır; kişinin kendi içindedir.
Sorgun, kendi hayatında sürgün, ötekinin uçurumuna düşen benliğinin peşinden ağıt yakan tek kişi değildir. Babası da, Uygur da ve Lili de farklı hikayelerle, bambaşka gibi görünen bağlamlarla fakat aynı sonuçlarla kader yoldaşıdır. Babasının terk edip gittiği, Sorgun değildir. Makus talihidir. Gerekçesi olarak; anlatsam da inanmazsınız ki anlamında birkaç cümle eder ve “ sizi terk edip gitmesem sizi yok ederlerdi” diyerek mantığa bürüdüğünü görürüz terk edip gitmesini. Belki de tipik orta yaş bunalımının sonucu olarak yaşanmış olabilir bu durum; belki de toplumun dayattığı düzende tutunamayıp “deveyi güdemeyince diyardan giden”lerden gibi görünür. Belki de siyasi bir cinayete veya mahkumiyete kurban gitmeden önceki tek çıkış yolu izini kaybettirmek ve geçmişi silmektir. Ayrıca, nefretinin kaynağı kapitalist düzende çalışmadan yaşamasını sağlayacak bir yolla hayatta kalmaktadır Sorgun da babası da. Yatalak babasına bakarak temize çekmeye çalıştığı vicdanı yine de rahat değildir ve ölümüyle sona erebilecektir derin yeisi.
Uygur çocuğunun ölümünden kendisini sorumlu tutmaktadır. Travma sonucu oluşan suçluluk duygusu onun içine kapanmasına dış dünya ile iletişim kurmayarak kendisini fiilen değilse bile teorik olarak ortadan kaldırmasına sebeptir. Konuşmadığı sürece kesinlikle tutarlı bir solipsisttir. Ancak konuşur ve tutarlılığını da yok ederek gider. Gerçek yoktur. Olsaydı da bilinemezdi, bilinseydi de söylenemezdi, söylenseydi de anlatılmazdı, anlatılsa da anlaşılmadı. Kendisinin varlığı kanıtlanamayan ama diğer her şeyin üzerine kurulu olduğu eşsiz bir varsayımdır gerçek. Uygur’un arkasına saklandığı derin suçluluk duygusu gibi görünse de aslında saklambaç oyununda ebe vicdanıdır, arkasına saklandığı ise hayattır.
Lili, AIDS hastası bir hayat kadınıdır. Bir süre Sorgun’un evinde kalır ve Hastalığını öğrendiğinde izini kaybettirse de Sorgun için onu bulmak hayatın anlamına dönüşür. Lili’nin intiharı Sorgun’un intiharıyla zaman olarak art arda görünür ve neden sonuç olarak okuru şahit olarak tutar yazar. Ancak gerçek neden bellidir. Sorgun hayatın anlamını anlamsızlıkta yitirdiğinden bu yana insanlarla ilişkileri mekaniktir ve Lili ile ilişkisi ise platonik düzlemde ve hayali olduğundan adını aşk koyduğu sonu mutsuzlukla biten hikâyesidir. Mutsuzluk bile isteye, anlamların yitimi, yersiz yutsuzluk, yabancılık ise ön kabullerinin zorunlu sonucudur. Bileğindeki "Memento Mori" deyişi daima ölümü hatırlamasını hatırlatır. Eğer bu kadar önemli ve hatırlatacak bir şeyse neden herkesin bildiği dilde ve anlayacağı biçimde yazmaz? Çünkü yazar pek çok entellektüel gibi elitisttir veNietzsche'nin de dediği gibi; " her bilgi herkese göre değildir."
Felsefi Çözümleme;
“Geleneksel
edebiyat teorilerinin 19. Yüzyıla kadar etkisini devam ettiren bakış açısına
göre metnin arka planında bir hakikati Tanrı-insan ilişkisinde olduğu gibi tek
yönlü olarak aktaran bir yapı bulunur. Bu yapı çeşitli zamanlarda çeşitli fikri
yönelimlere göre dinin, geleneğin veya otoritenin sözcüsü olarak şekil
değiştirebilir. Bu bakış açısına göre metinler tarihe, yazarın bakış açısına ve
amacına göre veya dönemdeki geçerli fikrî eğilimlere göre belirlenmekteydi. 19.
Yüzyılın sonlarına gelindiğinde Latince karşılığı “şimdi” olan “geçmişten
gelenekten ve geleneksel olan her şeyden trajik bir kopuşu ifade eden” modernizm, tek yönlülüğü gerçekliğin ve
aklın katı çerçevesi içine yerleştirdi. Tanrıdan insana doğru olan mistik
yönelimlerin yerini akla duyulan kesin güven aldı. Bu dönem içerisinde tek
yönlülük ve tek seslilik devam ediyordu. Modernleşme süreci bir anlamda aslında
Batı medeniyetinin düşünsel macerasını da ifade eden bir dönemdir. “Batı
uygarlığında gelişim çizgisi idealden somut gerçeğe, oradan soyuta oradan da
olanaklıya giden bir çizgide gelişir. Bu kronolojiye göre modernizm somut
döneme tekabül eder. Post modernizm, modernizmin sonrasını ve aşılmışlığını
ifade eden bir kavram olarak ortaya çıkmışsa da gelişim süreci tam olarak
tamamlanmadığı için tam olarak tanımlanabilir bir özellik göstermez.”[3]
Klasik
bir postmodern tarza sahip roman özelliklerinden biri de hikâye anlatıcısı bir
gözün varlığıdır. İç ses olarak devreye girerek iki ayrı dünya olan okuyucu ve
yazarın vücut bulduğu kahraman arasında bir medyatör görevi üstlenir. Tıpkı bir
“ajan” gibi tarafsız bir gözle anlatır görünse de okuru gizliden gizliye ikna
ederek kendi safına, bakış açısına dahil ederek bu dolayımla, haklı çıkarımına
ve nihayet meşruiyetine vardırmayı amaçlar.
Pek çok kitabın ilk sözcüğü ile son sözcüğünü anlamlı bir cümle olacak biçimde birleştirdiğimizde yazarın kendisinin şifresini verdiğini görürüz. Bu kitapta ilk sözcük “çirkinim” son sözcük ise “Ne kelebeği?” dir. Yazar dış görünüşünün gösterişine aldananlara kendi içindeki karmaşa ve düzenden yoksunluğu”nu açığa vurur. "Modern insan bitkisel hayattadır" yazara göre. Yaşıyormuş gibi görünen ama yaşamayan.
Toplumsal bilinçten ve toplumsal görüşen bağımsız bilinç tıpkı birey gibi kurgusal bir yeti olarak modern zamanlarda 19.yy da sunulur Toplumdan bağımsız ve kendi başına varolma becerisine sahip bir prototip olarak insan en fazla Tanrı kadar ve en az diğer insanlar kadar yapayalnızdır
Her kim kendi duygu ve düşüncelerinin kendince yorumlaması olduğu için meşruiyeti daima sorgulanacaktır. Diğeri toplum merkezli olduğu için zaten ötekilerin dolayımıyla gerçekleştiği için gerçekçliği, onayı/meşruiyeti asla sorgulanmayacaktır Toplumsal anlamda vicdan Antik.Yunan a kadar gider Bireysel bilinç veya farkındalık ise schopenhauer ile temelleri atılır ve Sigmund Freud ile sistemleştirilir
Toplumsal bilinçten ve toplumsal görüşen bağımsız bilinç tıpkı birey gibi kurgusal bir yeti olarak modern zamanlarda 19.yy da sunulur Toplumdan bağımsız ve kendi başına varolma becerisine sahip bir prototip olarak insan en fazla Tanrı kadar ve en az diğer insanlar kadar yapayalnızdır
Her kim kendi duygu ve düşüncelerinin kendince yorumlaması olduğu için meşruiyeti daima sorgulanacaktır. Diğeri toplum merkezli olduğu için zaten ötekilerin dolayımıyla gerçekleştiği için gerçekçliği, onayı/meşruiyeti asla sorgulanmayacaktır Toplumsal anlamda vicdan Antik.Yunan a kadar gider Bireysel bilinç veya farkındalık ise schopenhauer ile temelleri atılır ve Sigmund Freud ile sistemleştirilir
İnsan
homeostatik bir canlı olmak bakımından diğer canlılara benzer. Fiziksel bir iç
denge sadece dıştan görünebilen bir şey değildir. İç dünyamızda fiziksel
kaynağa sahip görünmeyen bazı açlıklarımız da oluşur ve bunu doyurmak için
çeşitli yollar izleriz. Örneğin; genellikle insanlar başkaları tarafından
beğenilmek ve toplum tarafından onaylanmak ister. Şayet bu isteklerimiz toplum
tarafından kabul görmeyeceğinden endişe edilen şeyler ise bu durumda savunma
mekanizmalarımız sayesinde bizler iç dengemizi yeniden sağlarız. Hayatımızda
doğru olsa bile duymak istemediğimiz sözler vardır. Çirkinlik böyledir. Birinin
er ya da geç söyleyeceğinden doğan iç gerilimi kendi kendisine alenî söyleyerek
sona erdirir yazar. Yüzünün çirkinliği olarak algılamanız için önünüze koyduğu hikâye
sizi kandırırsa gerçeği sizden kaçırarak eğlenmiş olur yazar ve haklı çıkar
kendince. Eğer çemberin içindeyseniz dışından bakılınca nasıl göründüğü
hakkında en ufak bir fikriniz yoktur. Dışındaysanız içindekilerin neyi nasıl
gördüklerini bilmek bakımından bir üstünlüğe sahipsiniz demektir. Ancak bu
fazladan sahip olunan görü o kişiye diğerlerinden daha doğru bildiği
yanılgısına da vardırabilir sıklıkla. Her sınıf, her topluluk her kültür kendi
içinde tutarlı bir gerçekliğe ve bunlar da kendi içlerinde diğeriyle
karşılaştırılması mümkün olmayan değere ve eş ölçülemezliğe sahiptir. Kahraman
dolayımıyla yazar; bizi çemberin dışından bakmaya çağırır ancak sahip olduğu
derinlikli bakış açısını bizlere sergilerken yapıp etmelerini bize haklı
çıkarmaya çalışır. Bunu yaparken bir üst dil kurmaya ve sıradan dilin bize
veremeyeceği hakikati bize vermeyi vaat eder. Yazarın hayatın olağan akışı
içerisinde ansızın bağlamdan uzak bazı sayıklamaları akışı keser. Burada sehl-i
mümtenî denemelerini görebiliriz; yani Özlü söz söyleme, birkaç kelime ile çok
anlamlı cümleler kurmaktır amacı. Uzun uzadıya ve herkes gibi yaşamaya yaşamak
dersek; yaşamak son derece gereksiz tekrarlarla dolu ve anlamsızlığın had
safhada olduğu bir sürgitten ibarettir. İyisi mi bunu kısaltmalı ve gereksiz
uzun ve anlamsız tekrar ve derinlik barındırmayan kısımlarını kesip atmalıdır. Dışı
Rapunzel ve içi Pinokyo olan farklı masalların farklı yaşayışların tesadüfen bir
araya gelmişlikleri yazar için yaşamın ta kendisidir. Pinokyo oldukça özenle
seçilmiş bir eğretilemedir. İpleri kimin tuttuğu belli olmayan kendi kendine
devinen bir mekanizmadır beden ve ruh onun yapıp etmelerini anlamlandırmakla
tüketmektedir adına yaşam denen zamanı. Bir referans noktası olmaksızın, ne
aradığını bilmeksizin, hafızanızdakilerin şimdi tarafından değiştirildiği
gerçeğini unutmaya çalışarak çocukluğunuzdaki bir yeri bulmaya benzer anılar.
Geçmiş ve şimdinin kesiştiği yerde duygu varsa anı yoksa unutulmuş ve hatta hiç
yaşanmamış varsayılan ama yıllarla ölçülecek rutinlerden oluşur.
Nesne
bilinmeye karşı duyarsızdır. Ancak insan var olduğu iddiasını “var olmak
algılanmış olmaktır” ile meşru kılar. Babası için Sorgun kendisini tanımanın
onu değiştirdiğine inanarak bu meşruiyeti sağlar. Ama o halde insan bir nesne değilse nedir?
Bilinmekle değişen tek şey bilgi ve farkına varıldığında oluşan tek şey
farkındalık ise; insan bilgi ve farkındalıktan öte nedir?
Metinlerarasılık
yöntemini kullanan yazar “Böcek” ile Dönüşüm’ün yazarı Kafka’dan “tutunamayanlar”
deyimi ile Oğuz ATAY’dan, “varolmak algılanmış olmaktır” sözleriyle İhsan Oktay
ANAR’a, “Mutlu aşk yoktur” ile Louis ARAGON’dan, “Sineklerin Tanrısı” ile
William GOLDING ve daha nice varoluşçu fikirlerden beslenir.
Kitabın
epigrafı kitabın kalbidir; yazılış amacını bize verir. Ronald David Laing’in Düğümler isimli eserinden alıntıyla
başlar yazar. “-mış gibi” yapmanın adına hayat denen büyüklerin oyunu
olduğundan bahseder. Bu oyunda oyunun oyun olduğunu fark edenler daima uyanık
ve mutsuzdur. Oyunun oyun olduğunu unutmuş olanlar ise cehaletin verdiği esriklik
ve çocukça bir mutlulukla yaşamaktadırlar. Oyunun dışındakiler yazara göre
“tutunamayanlar” değil “tutunmayanlar”dır. Yazar; oyunun dışında
kalmışlıklarının, (yani yalnızlıklarının) yaptıkları tercihin gayrı ihtiyarî
bir sonucu olmaktan çok bu seçimlerinin “gayet ihtiyarî” bir sonucu olduğuna
dikkat çeker. Fakat Romanın sonunda kendisini yine koşulların daha doğrusu
ötekilerin zorunlu kıldıklarının doğal sonucu olduğunu söylerken[4]
öte yandan mevcut dünyanın zorunlu bir dünya olduğunu reddederek kendisiyle
çelişir. Zorunluluk zihinseldir, hayat ise olumsaldır. Yani bir şey her nasılsa
öyledir ve bu başka türlü de olabilirdi ama şu ya da bu sebeple ancak
kesinlikle pek çok değişkenin bir araya anlık olarak kesişme kümesinde
gerçekleşir. Tıpkı bunun gibi mükemmeli arzulayanlar da yanılmaktadırlar. Çünkü
mükemmel reel dünyaya, fizik dünyaya ait olmayan sadece zihinsel bir
çıkarımdır. Dolayısıyla biz ne zorunlu ne de mükemmel bir dünyada yaşıyoruz.
“İnsan
evriminde güce dayalı eski üstünlük kurma yönteminin yerini oyunculuğa dayalı
sosyal beceriler aldı”[5]
diyen yazar bunu yaşamında keşfettiği ve inandığı bir motto olarak yaşadığını
da gösterir biçimde Instagram hesabında da paylaşır. Bu cümle kitabın kalbine kan taşıyan ana
damarlardan biri olarak göze çarpmaktadır. Bu haliyle de hayatın aslında gerçek
olmaktan çok kurmaca olduğu fikrini bizde doğurur. Göze göz dişe diş ile yaşanan
ilkel dönemler artık çok geride kalmıştır. Modern dönemde toplumsal dengeleri
kurmada güç gösterisi içeren bu tip ilkelliklere ihtiyaç yoktur. Bu haliyle de
söylemi; Puslu Kıtalar Atlası’nda “Ah
evet dünya bir masaldır.” diyerek özetleyen
İhsan Oktay ANAR’a benzerdir. "Hayat bir masaldır" derken İhsan Oktay ANAR, hayatımız, anlatabileceklerimizi kendimiz seçip kendimiz eylediğimiz bir dunyadir. Başkaları bu masala renk ve derinlik katan kahramanlardır. Ya bizim için uygun görülenleri ya da bizim isteklerimizi yaşarken aynı zamanda anlatabileceğimiz şeyler yaşar, başkalarına da anlayabilecekleri şeyler yaşatırız. Aslında bizim anlattığımız bir masaldır yaşamak ve ne kadar hikayen varsa o kadar yaşanmış, ne kadar yaşanmışsa o denli derinlikli yaşanmıştır.
“Varolmak
algılanmış olmaktır”[6]
Yine kitabın arterlerindendir. Herkes algılanmak için kendine özgü bir yol
seçer ve yazarın seçtiği yol; herkesin inanacağı bir hikaye anlatır. Gerçekliği
kendi kurguladığı biçimde yeniden oluşturur. Okur yazarın kendisini gerçekleştirmesinde
gizli aracılar veya araçlardır.
“Kirpi
Mesafesi” tam bir ironidir. Kahramanın daha doğrusu anti kahramanın ölümüne yol
açan modern çözümün imkansızlığını anlatır. Burada yazarın söylediği aslında
kirpi mesafesi, sevgi mesafesidir” sözü şöyle anlaşılmalıdır: Sevgi masal
misali bir kurgudur ve gerçek hayatta imkansızdır.”
“Hayat kırılgandır.” İnce bir buz üzerinde yürümeye de benzer. Kahraman yürüyemeyenlerdendir.
El yazı karakterinin grafolojik incelemesi dış dünyada nasıl göründüğünün gayet farkında bir “Rapunzel” ile iç dünyasının dışarıdan bakıldığında asla anlaşılmayacağı derinlikte ve ser verip sır vermezlikte “Pinokyo” olduğunu dışa vurur. Derin bir hayal gücüne saklı güçlü bir gizem ve ironi barındırır.
Murat İNCİ 29.03.2020
[1] Bu meşhur teori Freud’da büyük etkiler
yaratarak psikanalist Freud, genellikle
en fazlanın ne kadar fazla olduğuyla, insanın sınırlarının ne kadar olduğuyla,
güdülerin ve durma noktalarının nerede olduğuna dair soruları ve buna aradığı
cevaplarla geçirmiştir hayatını. Bu aslında Schopenhauer’in ‘istenç’ kavramının
tıpatıp aynısıdır. Onda bu kavram bilinç/bilinçaltı Hatta bu soruların
cevaplarını kirpi teorisi üzerinden ve onun metaforundan çıkartmaya çalışmış
psikanalist kuramında kirpi teorisinden ve Schopenhauer’den oldukça
etkilenmiştir.
[2] AKDOĞAN Hakan, Kirpi Mesafesi; sy:91
[3] Yrd.
Doç. Dr. Muhammed HÜKÜM.
[4] AKDOĞAN
Hakan, Kirpi Mesafesi; sy:103
[5] AKDOĞAN
Hakan, Kirpi Mesafesi; sy 23
[6] Agy. Sy
25
Yorumlar
Yorum Gönder